İslam Esaslarını Anlatmak İçin Resûlullah'ın Elçiler Salmasıİslam Esaslarını Anlatmak İçin Resûlullah'ın Elçiler Salması
«Senetü'l-Vüfûd» yâni hey'etlerin ard arda gelip Besûlullah Cs. a.v.) 'a teslim olup müslümanlıklarmı ilân ettikleri senedir. O da sürekli, elçilerin; dört bir yana gönderiyor; özellikle de yarımada sathındaki (insan gruplarına) îslâm'ı tebliğ, esas ve hükümlerini ta'-lim programları uyguluyordu. Ve kısa zamanda İslâm tüm yarımadaya olduğu gibi, çevre ülkelere de yayıldı. Bu durumda ayrıca, bu insanlara islâm'ı açıklayıp öğretmek de gerekli oldu. Yâni tebliğ tamam olunca eğitim gerekti. İslâm gerçeğini herkese kavratmak şart İdi. îman kalblere iyice yerleşecekti böylece... Bu cümleden olarak Resûlullah (s.a.v.), Hâîid bin Velid'i Necrân'a, Hz. Ali (r.a.)'yi Ye-men'e gönderip, onlara islâm'ı tebliğ, prensip ve hükümleri ta'lim etmelerini emretti[1]. Aynı şekilde Ebû Mûsâ el-Eş'ari'yi ve Muâz îbn Cebel'i de Yemen'in değişik kesimlerine göndermişti. Onlara şu" ten-bihte bulunmuştu Resûlullah (s.a.v.) : «Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin, ürkütmeyin, hizmet edin[2]». Ayrıca Muâz'a şunu söyledi: «Sen kitab ehlinden bir kavimle karşılaşırsın. Onlara rastladığında önce, Allah'ın birliği ve Muhammed'in, O'nun Resulü olduğunu kabule çağır. Bunu kabul ederlerse, hemen onlara, beş vakit namazın üzerlerine farz olduğunu, geceli gündüzlü kılınacağını bildir. Bunu da benimserlerse; bu sefer de, sadaka (zekât)'in farz olduğunu, zenginlerden alınıp fakirlere dağıtılacağını bildir. Bunu da benimserlerse; o zaman artık onlara iyi davran, hoş muamele et. Mazlumun bedduasından da sakın ki, onunla Allah arasında perde yoktur[3]». İmâm Aıhmed ise Müsned'inde; Resûlullah (s.a.v.) 'in Muâz ile birlikte Medine dışına çıktığı, Muâz binekte, O yerde olduğu halde ona direktiflerini bildirdiğini nakleder. O şöyle demiştir: «... Muâz! Belki de sen bugünden sonra beni göremezsin, bir daha. Kimbilir, sen mescidimi ve kabrimi ziyaret edersin belkit..» Bunun üzerine Muâz, Resûlullah'tan ayrılışına ağladı. Muâz Yemen'de, Resûlullah'ın vefatından sonra da biraz kaldı. Ve olay böylece O (s.a.v.)'nun haber verdiği gibi tecelli etmişti. [4] İbretler Ve Öğütler
Şunu önemle ve dikkatle aklımıza yazmak zorundayız ki; Re-sûlullah (s.a.v.)'ın bu (ve benzeri) elçileri göndermesi, İslâm'a da'-vet ve onun esaslarını öğretmek için muallim hey'etlerini etrafa yayması; müslümana açıkça gösterir ki; îslâm'ı tebliğ, onu öğretme ve benimsetme, her yer ve her çağda, her müslümamn boynuna borçtur. Ve asla bundan muafiyet yoktur. Günümüz insanlarının çoğunun yanıldığı gibi bir gün olup bu vazifenin sakıt olacağı asla düşünülemez!.. Sonra, İslâm, sadece dille söylenip geçilir diye birşey de yok. Tıpkı hayatımızda bazı kolay yönlerini yapıp geçmekten ibaret olmadığı gibi... Bu din asil ve şerefli idi. Bizim hayatımızda taklit ve âdet haline dönüştü. Danasını söyleyeyim; din, sadece bizim ferdi uygulamamız, sonra da kapımızı kapatıp kimseyle ilgilenmememiz biçiminde bir anlayışı da asla benimsemez. Hâsılı, İslam'ın getirdiği sorumluluk, müslümandan asla sakıt olamaz. Aksine her halükârda onu yaymak, duyurmak, sevdirmek, yaptırmak için demirden çarık giyip köy köy, ülke-ülke dolaşıp bu yolda emek vermek zorundadır, müslüman. Bu, bizim boynumuza Resûlullah fs.a.v.Vın astığı kutsal emânettir. Ve bu hiçbir asırda üstümüzden atamayacağımız, her yerde takibe mecbur olduğumuz ödevdir. Bütün ulema, özellikle dört mezhebin imamları şunda ittifak etmiştir: islâm devletinin hakknı vermek için tslâm ülkesi içinde de, dışında da tebliğ her müslümamn üzerine farz-ı kifâyedir. Hiçbir imam da bu sorumluluğun düştüğü veya sınırlandığım söylemez. Ancak, belli bir teşkilât, elemanlarını çıkarıp belli programlarla memleketin her yerinde da'vet ve tebliği yürütüyor; deliller koyup dine yöneltilen şübhe ve fitneleri bertaraf ederek, İslâm'ı savunabiliyor-larsa; vazifeyi «kifâye» noktasında yerine getirdiği düşünülebilir. Ve artık öbür ferdlerin bu tür faaliyete girmemesi hoş görülebilir. Aksine aynı belde veya öbür İslâm ülkelerine kâfi hizmeti götüremi-yorsa; o zaman bütün ülke insanları mes'ul olur. Cumhûr-u Eimme ve fukahânın sahih kanaati ise; bu sorumluluğun sadece erkeklerin boynunda değil, kadınların da erkekler gibi mes'ul oldukları yönündedir. Hattâ hür veya köle olmuş farkı yoktur. Yeter ki mükellefiyet şartlan üzere bulunsun. Ve da'vet ve tebliğ ödevini yapabilecek gücü bulunsun. Çeşitli yönleriyle kabiliyet ve vasıtalarla sahip olsun[5]. Resûlullah (s.a.v.)'m, Muâz ve Ebû Musa'ya yaptığı diriltici öğüde gelince; da'vetinin, da'vet ve tebliği ânında takınacağı tavır ve uyacağı âdâb-ı muaşeret ilkelerini sunmaktadır bize: Bunlardan biri; daima kolaylığı tercih etmek, şiddetten sakınmaktır. Müjdeleyici olmayı, korkutuculuğu çok az denemeyi ilke almaktır. Yâni Resûlullah'ın «Tenfir» sözüyle belirttiği, ürkütücü olmamak. Bunu Resûlullah (s.a.v.) uygulama ve örnekle de açıklıyor. Ve Muâz'a emrediyor: Önce halkı şehadeti kabule çağıracak. Buna kabul gösterirlerse, o zaman namaz kılmayı teklif edecek. Bunu da kabul ettiler mi, artık zekât vermeye da'vet edecek vs... Ancak tabii, kolaylaştırmak ve müjdelemek, hiçbir zaman şer'İ hududu aşıp, mubah göstermek anlamına gelmez. Kolaylaştırmaktan maksad, mat-lûb olan bazı hükümlerden fedakârlık yada ciddiyetsizlik demek olmaz. Halka kolaylık adıyla dine tasallut yapılamaz elbette... Yine bu kolaylık, ne olursa olsun günahı ikrar anlamına hiç gelmez. Ancak, meşru olan hâl çarelerinden halka kolay geleni sağlamak olabilir Vesileler arasında seçme imkânı varsa ona yol vermek olabilir Yoksa kişinin kendiliğinden durum icad etmesi değil. Allah'a çağrının âdabından biri de, (bu aynı zamanda emirliğin ve idareciliğin de gereğidir) kime olursa olsun zulmetmekten sakınmaktır. Özellikle de halkın elinden, haksız yere malını almak gibi... İşte bu en tehlikeli zulüm türündendır. Gerçek mes'uliyetten ve Allah tc.c.)'-m murakabesinden gafil olan her da'vetçinin düşebileceği hatâdır bu. Tıpkı idareci ve sultanların sık uğradıkları gibi. Resûlullah (s.a.v.) kendisim Yemen'e gönderirken Muâz (r.a.) da, şu iki özelliği kendisine şiar edinmişti: Da'vet sıfatı, valilik ve emirlik sıfatı. Ve Resûlullah ts.a.v.) özellikle de, hangi suretle olursa olsun zulme düşmemesi üzerinde şiddetle duruyor. «Mazlumun duasından sakın ki; onunla Allah arasında hiçbir perde yoktur!» [6] |
1504 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |