• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/ali.gulhan.58
  • https://www.twitter.com/ali69gulhan
ali gulhan

Mekke'nin Feth

Mekke'nin Feth

 

Tarih: Olay, Hicret-i Nebeviyye (s.a.v.)'nin sekizinci yılı, Rama­zan ayı içinde oldu.

Sebeb: Benî Bekr'den bir grup insan Kureyş'in ileri gelenleriy­le; Huzâa kabilesine karşı kendilerine silâh ve asker yardımı için müzakerede bulundular. (Huzâa ise, Hudeybiye'de müslümanların taraflısı olmuştu). Müşrikler buna evet dedi. Bir grup ileri gelen müşrik de, yüzlerini örtüp kendilerini gizleyerek onlara yardıma koştu. Aralarında Safvan bin Ümeyye, Huveytıb bin Abdüluzza ve Mikrez bin Hafs olup; silâh, malzeme ve köleleriyle Benî Bekr'i des­teklediler. Vetir denilen yerde (Huzâalıların yurdu) onlarla çarpı­şıldı. Huzâalılar gafil avlanmıştı. Çünkü barış taraflısı olarak emin­diler. Bir gecede yirmi ölü vermişlerdi... Bunun üzerine Huzâalı Amr bin Salim kırk kişilik süvariyle yola çıkıp, Resûullah'a geldi. Durumu haber verdi. Uğradıkları felâketi anlattı.

Bu kişinin (şiirle) anlattığı durumu dinledikten sonra Resûlul-lah (s.a.v.) ridâsını toplayarak kalktı ve «Benî Kâab'a (yâni Huzâ-alılara) yardım etmezsem, yardımsız kalayım... Kendime ve yakın­larıma yardım eder gibi hem de...» Ve devam etti. «Şu bulutun yağ­dırdığı gibi yardım edeceğim!...[64]».

Kureyş hemen de yaptıklarının yanlışlığını kavradı. Ebû Süf-yân bin Harb'i, Resûlullah (s.a.v.)'a anlaşmayı yenilemesi ve müd­detini uzatması için gönderdiler. Ebû Süfyân, Resûlullah'a gelip du­rumu anlattı ise de ondan bir cevap alamadı ve iltifat göremedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e gitti. Resûlullah'a varıp aracı olmasını istedi. O da, ben bunu yapamam diye savdı. Ebû Süfyân daha sonra, Ömer Îbni'l-Hattâb'a başvurdu. O da: Ben mi - Resû-lullah (s.a.v.)'a- gidip sizin için şefaatçilik yapacağım? Vallahi hiç­bir şey değil, bir karınca yavrusu bulunsa onunla size karşı sava­şırım» diye cevab verince: Ebû Süfyân pişman ve yenik halde Mek-ke'iye eli boş döndü.

Öte yanda ise Resûlullah (s.a.v.î hazırlığa koyuldu. Ama mes'-ele gizli tutuluyordu. Ve şöyle duâ ediyordu:   «Yâ Rab, beni, Kureyş'in gözünden sakla, gözlerini kör et. Bizi, iş olup bittikten sonra görsünler ancak!...[65]».

Resûlullah ordugâh kurunca da, Hâtıb İbn Belta'a müslüman-ların saldırısına karşı uyanık olsunlar diye Kureyş'deki akrabaları­na bir mektup yazmıştı.

Hz. Ali (r.a.) der ki; Resûlullah beni, Mikdat ve Zübeyr'i gön­derdi. Bize gidip «Hah» bahçesi denen yerde bir kadının elindeki mektubu almamızı emretti. Hz. AH diyor ki: Atlarımızla sür'atlice gittik, o bahçeye vardık. Gerçekten b.r kadın var. Biz mektubu çı­kar deyince, inkâr etti. Mektup yok dedi. Çıkar mektubu, yoksa el­biseni soyup arayacağız deyince, saç örgülerinin arasından çıkar­dı. Mektubu Resûiullah (s.a.v.)'a getirdik. Bir de baktık ki; Hâtıb bin Belta'a, Resûlullah'ın hazırlıklarını Mekke müşriklerine, Kureyş-lilere bildiriyor...»

Resûlullah (s.a.v.): «Bu ne oluyor Hâtıb?» deyince Hâtıb:

—  Yâ Resûlâllah (s.a.v.)! Beni cezalandırmada acele etme, an­latayım :

Ben Kureyş asıllı değil, onlara sonradan katılmış, yâni kölelik­ten gelme mevalidenim. Halbuki, sizin çevrenizdeki öbür muhacir­lerin herbirinin Kureyş arasında akrabaları var. Orada ailesi v.s. bulunanları o akrabaları hep himaye eder, mallarını korur. Benim ise orada bir yakınım yok ki, orada bulunan ev halkımı korusun. Bunu yapmakla ,onlar nezdinde, yakınlarımı korumaları için bir ih­tar yapmış olacağımı umdum. Yoksa ben bunu yapmakla hâşâ di­nimden dönmüş değilim. İslâm'dan sonra da asla küfre rıza göster­mem.

Resûlullah bunun üzerine yanındakilere; doğru söyledi, buyur­du. Ömer (r.a.î söze katılıp; yâ Resûlâllah, bırak da şu nıünafıkın boy­nunu vurayım, diye çıkışınca:

—  «O Bedir'de bulunmuş bir kişidir. Ne bilirsin, belki de Allah Bedir mücâhidlerini tamamen serbest bırakmış; sizi tamamen afvet-tim, istediğinizi yapın demiştir?» buyurdu. Ve bu hâdise üzerine Ce-nâb-ı Hak şu âyetleri inzal buyurdu: *Ey inananlar, benim ve sizin düşmanınız olan kimseleri asla dost edinmeyin  Onlara sempati bes­lemeyin, yardım etmeyin. Halbuki onlar, size gelen Hak nizamımı reddediyor...» Buradan ta: «O normalden sapık yola girmiş olur...» kısmına kadar.[66]

Resûlullah (bu sefer esnasında) Kelsum bin Huseyn'i Medine'ye vekil bıraktı. Ve Ramazan'm onuncu Çarşamba günü ikindiden son­ra hareket ettiler. Resûlullah (s.a.v.) çevre kabilelerine de gözcü ve elçiler çıkardı. Elsem oğulları, Gıfâr oğulları, Müzeyne oğulları, Cü-heyneliler ve ötekilere. Hepsi de Zahran'da buluştu. Burası Mekke -Medine arasında b'r yer. Müslümanların sayısı onbini buluyordu. Henüz Kureyş'in hiçbir şeyden haberi yoktu. Ancak, Ebû Süfyân"-ın Medine'den yenik dönmesinden ötürü bir sürprizle karşılaşa­caklarım umuyorlardı. Bu yüzden de, Ebû Süfyân, Hakîm bin Hı-zâm ve Bedii bin Varaka'yı Resûlullah (s.a.v.)'dan haber toplamak üzere göndermişlerdi. Bu hey"et, Merrizzahran'a varınca, muazzam bir ateş gördüler. Onlar aralarında bu (dağı taşı dolduran) ateşin ne olduğunu tartışa dursun; Resûlullah'ın ileri gözcüleri onları yakaladı­lar. Resûlullah (s.a.v.) in huzuruna çıkardılar. Ebû Süfyân orada müslüman oldu[67].

İbn İshâk, Abbas (r.a.) 'dan Ebû Süfyân'ın İslâm'a girişinin taf­silâtını şöyle anlatıyor: Sabah olunca, onu alıp Resûlullah'a getir­dim. Resûlullah (s.a.v.) onu görünce-. «Yazık sana, Allah'tan başka ilâhın olmadığını anlaman için zaman gelmedi mi?» buyurdu. O da: «Vallahi galiba öyle. Çünkü Ondan başka ilâh bulunsa beni birta­kım zararlardan korur, fayda verirdi» dedi. Resûlullah yine: «Ya­zık sana Ebû Süfyân, hâlâ benim Allah elçisi olduğumu kavraya-madın mı?...» buyurdu. O da şöyle cevab verdi: Anam, babam sana feda oslun, senden daha merhametli, güzel huylu ve akrabasını gö­zeten birini tanımadım. Ama ne var ki, benim içimde hâlâ ufak da olsa bir tereddud var...

Bunun üzerine Abbas ona çıkşti: Yazık be, müslüman öl, şehâ-det getir de «Allah'tan başka ilâh olmadığıı, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğunu söyle, başın vurulmadan önce!..

Denir ki, o an gerçekten şehâdet getirip müslüman oldu. Yine Abbas (r.a.) der ki: Dedim, yâ Resûlâllah, Ebû Süfyân övünç ve­ren şeyleri sever, ona bir iltifatta bulun. O da: «Tabiî, dedi, o hal­de Mekkelilerden kim Ebû Süfyân'ın evine sığınırsa emniyette ola­cak. Yine kim evine kapanır oturursa, kim Kabe'ye sığınırsa emni­yettedir...»

Daha sonra, Resûlullah Mekke'ye doğru harekete başlarken Hz. Abbas (r.a.)'a dedi ki, «Ebû Süfyân'ı götür ana geçidin ağzında durdur. Allah'ın ordusu önünden geçerken seyretsin.» Abbas (r.a.) der ki: Aldım onu, götürüp vadinin dar boğazında durdurdum. Tam Resûlullah'ın dediği gibi. Ve kabileler bölük bölük bayraklarını çe­kip geçmeye başladılar. Her kabile geçince; yâ Abbas bunlar kim? diye soruyor, ben de, meselâ bu Süleym oğullarıdır diye cevap ve­riyorum. Bu sefer o; SüleymUerle aramda mes'elemiz yok diyor...

Böyle geçiş devam etti. Nihayet Resûlullah (s.a.v.) başlarında olduğu halde Ensâr ve Muhacirlerden oluşan bir alay geliyor. Âde­ta baştan ayağa demirle donanmışlar gibi. Ebû Süfyan: «Sübhânal-lah ey Abbas, kim bunlar?» diyordu. Ben de, işte Resûlullah, Mu­hacir ve Ensâr arasında değil mi. O da, bu güce kimsenin karşı dur­ma ihtimali yoktur. «Ey Ebâ Fadl (Hz. Abbas'ın lâkabı), yeğenin çok büyük melik olmuş..» deyince, onu uyarıyordum; hey Ebâ Süf-yân, bu meliklik değil nübüvvettir diye. Ve hemen Ebû Süfyan dü­zeltiyor: «Evet, tabii öyle...[68]».

Daha sonra Abbas (r.a.) diyor ki, kavmini kurtar.. Ve Ebû Süf-yân konuşuyor. Resûlullah oraya ulaşmadan Mekke'ye girip son se­siyle bağırıyor: Hey Kureyşliler, işte gelen Muhammed'dir. Öyle bir güçle geliyor ki karşı koymaya imkânımız yok...

Bu durumda, kim Ebû Süfyân'ın evine sığınırsa emniyette ola­cak. . Fakat karısı Hind onu karşılıyor, onu sakalından tutup; şu kocamış alçak bunak herifi öldürün, diyordu.. Ebû Süfyan ise yine onlan uyarıyor: Aman, İlişleriniz sizi aldatmasın, sakın. O öyle bir güçle geliyor ki, asla karşı duramazsınız. Çıkar yol, Ebû Süfyân'ın evine sığınıp emniyete ermektir.

Allah kahretsin seni diyorlar, senin evinde ne var ki bizi kur­tarsın?... O bu sefer de, kim evine kapanır oturursa yine emin olur. Kim Beyt'e sığınırsa emniyette olur. Bunun üzerine halk dağılıyor. Kimi evlerine, kimi Mescid-i Haram'a gidiyor[69].

Ordunun boğazı geçmesi esnasında, Sa'd Ibn Ubâde'nin, Ebû Sûf-yân'a «Bugün destan günü. Bugün Kabe'nin helâl olduğu gün...» yol­lu bir şey söylediği haberi Resûlullah (s.a.v.)'a ulaştı. O bu sözü tas­vip etmedi. Ve şöyle tenkid etti: «Bugün aksine rahmet günü, bugün Kabe'nin şerefini Allah'ın yücelttiği gündür!..»

Ardından da birlik komutanlarına kesin emir verdi; kimseyle savaşılmayacak, sadece karşı duranlarla...[70].

Ne var ki altı erkek, dört kadının da, nerede bulunursa öldü­rülmesini emretmişti. Bunlar: İkrime bin Ebî Cehl, Hebbar bin el-Esved, Abdullah bin Sa'd Ebi Şerh, Mikyes bin Sababetü'l-Leysî, Hu-veyris bin Nukayz, Abdullah İbn Hilâl, Hint binti Utbe, Amr îbn Hişâmın cariyesi Sâre, Fertena ve Kureyna adlı, İbn Hilâl'in şar­kıcıları... (ki bu iki câriye hep Resûlullah (s.a.v.)'ı hicveden şarkılar söylerlerdi)[71]

Resûlullah (s.a.v.) Mekke'ye üst taraftan (Ki'da) giriyordu. Hâ-lid bin Velid'e de şehrin alt tarafından (Kûdâ) girmesini emretmiş­ti Öbür müslümanlar da hep ta'Um edilen yerlerden şehre girdiler. Ba girişte hiçbir mukavemetle karşılaşmamışlar, ancak Hâlid bin Ve­lide rastlayan îkrime bin Ebî Cehl ve Safvan İbn Ümeyye grubu çarpışmaya tutuşmuş; Kureyş'ten yirmi dört kişi, Huzeyl kabile­sinden de dört kişi ölmüştü. Resûlullah (s.a.v.) uzaktan kılıçların parıltısını görünce, durumu soruşturduğunda, Hâlid İbn Velid'in savaştığı haber verilince: «Allah'ın takdirinde bir hayır vardır el­bette..[72] » buyurdu.

îbn îshâk, Abdullah İbn Ebî Bekr'den, Hakim de Enes'ten riva­yet ediyor ki; Resûlullah (s.a.v.) Zituva'ya gelince, bineği üzerin­de, başında Yemen işi bir Sarığıyla bulunuyordu. Başını Allah'ın hu­zurunda eğmiş, Fethi kendisine nasib etmesinden ötürü minnet ve şükranını bildiriyordu. Öyle ki, neredeyse sakalının ucu hayvanın yelesine değiyordu.

Buhârî'nin, Muâviye bin Kurre'den rivayetinde der ki, Abdul­lah tbn Muğaffelden duydum: «Mekke fethinin ilk gününe baktım Resûlullah (s.a.v.) devesinin üzerinde, Fetih sûresini yüksek sesle okuyor. Eğer halk çevreme toplanmasa, ben de onun gibi yüksek sesle okuyacaktım.

Resûlullah (s.a.v.) Mekke'ye girer girmez Kabe'ye yöneldi. O zaman Kabe çevresinde 360 kadar put sıralanmıştı. O elinde öd ağa­cından asâsıyla, birine önden, birine arkasından dokundukça, patır patır yüz üstü düşüyorlardı. O da, «Hak geldi, bâtıl zail oldu» buyuruyordu. Yine, «Hak geldi, artık bâtılın açığa vurması veya tekrar gelmesi imkânsız...[73]» diyordu.

Kabe'nin içinde de öyle putlar vardı. Onun için Resûlullah ora-ya ilkin girmedi. Emretti, hepsi dışarı atıldı. Bu arada, ellerinde fal okları, güya Hz. İbrahim ve İsmail'in resimleri de çıkarıldı. Re­sûlullah (s.a.v.) onlar için de: Allah onların canım alsın, çok iyi bilirler ki, bu iki zât asla bu falları kullanmadılar.

Bundan sonra beyt'in içine girdi, dört yanma tekbir getirdi ama namaz kılmadan çıktı. O sırada Kabe'nin hâcibi (görevlisi) bulunan Osman bin Talha'ya, Kabe'nin anahtarını getirmesini emretmişti. Ge­tirince beyt'i açtı. O da, beyt'e girip çıkınca tekrar Osman bin Tal-ha'yı çağırıp anahtarı ona teslim etti. Ve şöyle buyurdu: «Alın ebediyyen sâhib olun Ama bunu ben vermiyorum size (Kabe bekçili­ğini) fakat Allahü Teâlâ veriyor. Onu bundan sonra zâlimlerin dı­şında kimse alamaz.»

Bu sözüyle de Cenâb-ı Hakk'm: «Allah size emânetleri ehline ver­menizi kesinlikle emreder[74]' dyet-i cehlesine işaret ediyordu.

O sırada Resûlullah (s.a.v.), Bilâl (r.a.)'i çağırdı. Bilâl Kabe'nin üstüne çıkıp namaz için ezan okudu Halk bölük bölük geliyor ve Allah'ın dinine giriyordu, tbn îshâk der ki; Resûlullah (s.a.v.î Ka­be kapının iki sövesini tutup, ne yapacak diye çevresine merakla toplanıp bekleyen halka, şöyle hitab etti'[75]

Allah'tan başka ilâh yok. O biiflir, ortağı yok. Va'dini yerine getirip, kulunu zafere erdirdi. Tek başına bütün kabileleri yendir­di. Dikkat edin, câhiliyyeden kalma övünülen, her kan dâvası ve mal dâvası şu iki ayağım altındadır. Sadece beyt'in perdedârlığı ve hacılara su verme hariç... Ey Kureyşlıier! Allah sizden câhüiyye gu­rurunu ve atalara ta'zim alışkanlığını giderdi.

Bütün insanlar Âdem'dendir, Âdem ise topraktandır. Ve ardın­dan şu âyet-i kerimeyi okudu: «Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yaratıp, millet ve kabilelere ayırdık ki, her birinize âit deği­şik kabiliyetler açığa çıksın, birbirinizi kıymetiyle tanıyasınız. Allah nezdinde en değerliniz ise şübhesiz dininde en samimî olanımzdır». Söze devam etti ve sordu:

Kureyşliler! Size ne yapmamı tahmin ediyorsunuz?.. Onlar da: Hayır bekleriz. Sen kerim bir kardeş, kerim bir kardeşoğlusun de­diler. O da, «O halde gidin, hepinizi bağışladım[76]» buyurdu.

Yine Şeyhayn, Ebû Şüreyh el-Adevî'den rivayet ediyor: «Resûlullah (s.a.v.) Fetih günü hitabesinde şunları söyledi: «Mekke'yi ha­rem kılan Allah'tır. İnsanlar değil. Allah ve âhiret gününe inanan bir kimseye orada ne kan dökmesi, ne de kavga ve zorbalık yap­ması yakışır... Resûlullah'ın oradaki geçici çarpışmasını kendisine ruhsat edinmek isteyen olursa, ona şöyle deyin: Allah sadece Re­sulüne izin verdi, size değil. Üstelik ona izni de bir günde bir saat içindi. Şimdi ise; eski yasakhğı tekrar avdet etmiştir... Bunu hazır olanlar gaib olana da haber versinler...»

Daha sonra Mekke'deki halk Resûlullah (s.a.v.)'a; Allah ve Re-sûlü'nün direktiflerini dinleyip itaat etmek üzere bey'at etmek için toplandı. Erkeklerin bey'atın! bitirince, Resûlullah, bu sefer de ka­dınlardan bey'at almıştı.

Kureyş kadınlarından bir grup oraya toplanmıştı. Aralarında Hint binti Utbe de vardı. Yüzünü kapatarak kendisini gizliyordu. Zira Hz. Hamza (r.a.)'ya. ettiğinden utanıyordu. O'na bey'at için yak­laşınca Resûlullah (s.a.v.):

Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere bana bey'at edecek­siniz. Hind ise: Sen bize, erkeklere yüklemediğini yükledin. Ama biz onu yapacağız dedi. Resûlullah : Hırsızlık da yapmayacaksınız, bu­yurdu.

Hind yine: Yâ Resûlâllah, Ebû Süfyân pinti ve cimri bir adam­dır. Ben onun malından haberi olmadan birşeyler m lirdim, dedi. Bil­mem ki, bu bana helâl mı olur, haram mı?... Ebu Süfyân da ora­da bulunup onun dediklerini işitiyordu.Senin geçmişte çaldıkların tarihe karıştı, dedi.

Bunun üzerine Resûlullah: Sen demek Utbe'nin kızı Hind mi­sin? deyince, evet ben Hind binti Utbe'yim., dive cevab verdi. Geçmiş hâllerimi bağışla ki, Allah da seni bağışlasın. Yine Resûlullah (s.a.v.):

Zina da e tm İvecek s iniz, buyurdu. Hind de Hür kadın zina eder mi? diye cevab verdi. Resûlullah: Evlâdlarmızı da öldürmeyeceksi­niz, dedi.

Hind de: Biz onları küçükten eğitip büyüttük. Biliyorsun, onları büyümüşken sen Bedir'de öldürdün.

Ömer bu söze öyle güldü ki, sırtüstü düşecekti. Resûlullah (s.a. v.): îftira da etmiyeceksiniz. Yâni asılsız şeyi uydurmayacaksınız.

Hind ise; iftira gerçekten çirkin birşey, tecâvüzlerden daha be­ter. Yine o, mâruf olan hususlarda bana âsi olmayacaksınız... diye saydı. Sonra Ömer (r.a.)'e emretti: Allah Resulü adına onlardan beyat al ve istiğfarda bulun. O güne kadar da, o gün de Resûlullah kadınlarla asla musafaha etmemiş, bir kadının eli eline değmemiş­ti. Ancak kendine Allah'ın helâl kıldığı müstesna[77].

Buhârî'nin Âişe (r.a.)'den rivayetine göre, o da demiştir ki: Re­sûlullah kadınlardan, ancak; «Allah'a birşeyi ortak koşmasınlar...» âyetini tekrarlayarak sözlü bey'at alırdı. Yine der ki, Resûlullah, he­lâli olanlardan başka bir kadının elini tutmamıştır.

Ümmühânİ binti Ebî Tâlib (r.a.î fetih günü bir müşrike emân vermişti. Ali (r.a.) ise onu öldürmek istiyordu. Ümmühâni demiştir ki; ben Resûlullah'a gittiğimde O, Hz. Fâtıma'nın örttüğü bir perde içinde guslediyordu. Ben varıp selâm verdim. Kim o, dedi. Ben de Ümmühâni binti Ebî Tâlib dedim. Merhaba Ümmühânî diye buyur­du. Guslünü tamamlayınca da, o tek parça elbiseye bürülü olarak sekiz rekat namaz kıldı. Ve döndü. Ben, yâ Resûlâllah, kardeşim Ali, benim emân verdiğim adamı öldürmek istiyor. Yâni şu îbn Hübey-re'yi, dedim. O da: «Ümmühânî, senin emân verdiğine biz de emân vermişizdir» buyurdu.

Resûlullah (s.a.v.)'ın kanını heder ettiği adamlara gelince, bir kısmı öldürüldü. Bir kısmı ise af diledi ve sonradan bağışlanınca, müslüman oldular. Abdullah ibn Sa'd Ibn Ebî Şerh aracı bulup iyi bir müslüman oldu. İkrime, Hİbbân ve Hind bin Utbe de îslâm'a gir­diler. Ibn Hişâm'ın rivayetine göre, Fudâle bin Umeyr el-Leysî, Re­sûlullah (s.a.v.)'ı öldürmeye kalkmıştı. Bu fetih yılında ve Kabe ta­vafı esnasındaydı.

Yaklaşınca Resûlullah (s.a.v.) ona:

—  Sen Fudâle misin? diye sordu.

—  Evet, dedi, Fudâle'yim yâ Resûlâllah! Bu sefer sordu:

—  Peki ne konuşuyordun, kendi kendine? Adam, birşey yok, de­di. Allah'ı anıyordum..

Resûlullah (sa.v.) gülerek:

—  Allah'a sığın, tevbe et, buyurdu ve elini onun göğsüne koy­du. Kalbi yatıştı.

Bundan sonra Fudâle hep söylerdi:

—  Vallahi O elini göğsümden çektiği an sanki dünyada Allah'­ın yarattığı hiçbir şey yoktu ondan daha çok sevdiğim. Fudâle ora­dan ayrılıp evine dönerken, seviştiği ve konuştuğu kadına uğradı. Kaduı onu zorluyordu: Hadi konuşmaya devam edelim. O şâir zât ir­ticalen şunları söyledi:

«O bana durma konuş der, ben hayır. Allah ve İslâm izin ver­mez. Eğer ben Muhammed'i ve fetih günü, putların kırıldığı gün, onun ordusunu görmesem.

Allanın dini kuşluk gibi apaydın. Zulmün suratı ve şirk kapka­ranlık.-

Buhâri'nin İbn Abbas'tan nakline göre Resûlullah (s.a.v.), orada ondokuz gün kaldı. Namazı kısaltarak, iki rek'at olarak kılıyordu. [78]

 

İbretler Ve Öğütler

 

Şimdi gördük, Allah'ın kendi elçisine ve O'nun dostlarına ikram ettiği Büyük Feth'i. Artık o günkü da'vetin değerini net görebilir, ondaki sırları ve ilâhi hikmetjeri gözümüzün önünde rahatça canlan­dırabiliriz.

işte şimdi, Mekke Fethi'nin oluşunu tam kavradık. Artık bun­dan önce oradan neden hicret edildiğini ve o hicretin önemini anla­yabiliriz. Ve yine anlayabiliriz, Allah yolunda malı, canı, aileyi, kabi­leyi, milletini, toprağını, vatanını feda etmenin derecesini. İslâm ba­ki kaldıkça da bunların hiçbirinin zayi olmayıp boşa gitmediğini kav­rarız. Aksine islâm ortada kalmayınca da bunların hiçbirinin sahibi­ni kurtaramadığım anlarız.

Yine şimdi, bu büyük Fetih olayı üzerinde derin derin düşünüp; cihadın, şehâdetin ve fetih öncesi yılların getirdiği çile ve sıkıntıla­rın önemini kavrarız. Bunların hiçbiri boşa çıkmamış, müslümanın bir damla kanı boşa akmamış, müslümana asla gücünün yetmiye-ceği yüklenmem iştir.

Bunu da bütün seriyye ve gazalarında gördük. Çünkü talih rüz­gârları onları aniden çekti o savaşlara. Ama bunların hepsi bir giz­li hesaba uygun olarak -cereyan etti. Ve bütün bunlar fetih ve za­ferin sonuçlarından oluşacak adalet prensiplerine götürüyordu. Bu da sünnetullahın kul hakkındaki işleyişiydi. Şöyle ki: Gerçek îslâm olmadan zafer olmazdı. Allah'a kulluk olmadan îsl&m olmazdı. Can feda etmeden, kurban vermeden, kapısında kul olup yolunda sa­vaşmadan da kulluktan söz edilemezdi... Nihayet şu an, bu Feth'in destanım bütünüyle okuyunca; Hudeybiye barışının nasıl üstün bir yeri olduğunu da kavrayabildik. Ömer'i ve sahabenin çoğunu deh­şete düşüren zahir perdesinin ardında parıldayan ilâhi sırrı da keş­fedebildik. Ve bu barışa Cenâb-ı Hakk'ın «Fetih» adım vermesinin sebebini de gönülden kabullendik: «...O, bunun arkasında yakın bir Fetih hazırladı...» Bunu da kavrayınca, Resûlullahın hayatının gıda­sı olan Nübüvvet gerçeklerini bir kat daha kavramış olduk.

Hatırlayalım, Resûlullah (s.a.v.) 'in vatanından, Mekke'den çı­kışını: Gizlice kabilelerinin, sevdiklerinin bağrından kopup hicret ediyor Yesrib'e. Önceden ve sonradan da onu bir avuç ezilmiş, hor­lanmış sahabesi, aynı göçle sıyrılıp kaçarak onunla buluşuyorlar. Sırf dinlerinin korunması uğruna, malını, ailesini, yerini yurdunu terk ediyorlar.

İşte onlardır şu an vatanına, aile ve malına dönenler. Az iken çoğalmışlar, zayıf iken kuvvetlenmişler. Dün onları kovanlar bugün onları, yenilmiş ve boyun eğmiş durumda karşılıyorlar.

Mekke halkı bölük bölük müslümanlığa giriyor. Bir zamanlar Mekke sokaklarında müşriklerin işkence ettiği Bilâî-İ Habeşi de dö­nüp gelmiş. Mübarek Kabe'nin damına çıkmış, yüce sesiyle haykı­rıyor :

«Allahü Ekber - Allahü Ekber.»

Bu ses idi işkence kırbaçları altında «Birdir, birdir, birdir... Al­lah» diye fısıldayan. Şimdi ise Kâbetullah üzerinden dalga dalga göklere, yeryüzüne yayılıyor: «Lâ ilahe illallah, Muhammedün Re­sûlullah- diye. Ve herkes boynu bükük onu saygıyla dinliyor. Dik­kat edin, bu ikinci bir örneği olmayan tek gerçektir. O İslâm'dır. İn­san ise ne ahmak ve echeldir ki: islâm'dan başkası uğrunda mü­cadeleye fedakârlık ve kahramanlığa yeltendiği zaman, sadece veh-miyle asılsız ve boyutsuz boş dâva ile uğraştığını bile anlamıyor.

Bu kısa takdimden sonra deriz ki:

Büyük Fetih, aynı zamanda birçok işaret, hüküm ve sayısız ilke­ler ihtiva etmektedir îyi görmek için üzerinde durmak zarureti var. Biz şimdi, olayın seyrine göre, elimizden geldiği ölçüde bunları hatır­latacağız,

a) Mekke fethinin sebebi olan olay bize gösteriyor ki; barış ve andlaşmada müslümanlar tarafında olanlara, karşı taraf harb açar­sa bizzat- müslümanlara açmış oluyor. Artık saldırganla mubluman-lar arasında hiçbir akld kalmıyor. Bu ulemanın tam ittifak ettiği gö­rüştür.

b) Resûlullah  (s.a.v.)'ın Mekke   üzerine yürüyüşündeki metod gösterir ki; ahdini bozan ve onu hiçe sayan taraf üzerine müslüman-ların emîri, hiç de haber vermeden ansızın hücum edip gafil bastı­rabilir. Hıyanetinden ötürü bu böyledir. Bundan karşı tarafı haber­dar etmesi de gerekmez. Nitekim gördük ki, Resûlullah ümmetini, Mekke'ye karşı topladığında şöyle dua etmişti:   «Yâ Rab!  Kureyş'-in gözlerini kör et, bizi görmesin! Tâ karşılarına dikilinceye kadar...» Bu da ümmetin ittifak ettiği bir prensiptir.

c) Resûlullah (s.a.v.)'ın bu uygulamasında şuna da işaret var: Bir kısım kimselerin ahdi bozmaya yeltenmesi, hepsinin ona giriş­mesi olarak telâkki olunur.   Ama kalan   topluluk bu ahdi bozma teşebbüsünü gerçekçi bir tavırla reddederse durum değişir. Halbu­ki Resûlullah gözetti;  Kureyş'in çoğunluğunu suskun gördü.  Müs­lümanların taraflısı olan Huzâalılara karşı baskın düzenleyen ken­di adamlarına ve taraflılarına  karşı  bir tavır almadılar.  Bu  gös­teriyordu ki; onlar da- bu işe rıza göstermiş, ahdi bozup hıyanet et­mişlerdir. Çünkü, başlangıçta lider kadro barış yapmış, Kureyş halkı da toptan bunu tasvip etmişti. Şimdi de yine onların ileri gelenleri ve mümessilleri ahdi bozucu bu saldırıyı düzenlemişlerdi. Tabii so­nuç yine toptan ahdi bozmuş olmalarıdır...

Nitekim Resûlullah, Benî Kurayza savaşçılarını idam ettirirken de herhangi birine, ahdi bozmadığını sormamıştı. Yine Beni Nadir'i sürgün ederken de, sebeb m üslüm ani arla aralarında bulunan anlaş­mayı bozmalarıydı. Halbuki bozguncular sadece aralarındaki bir grup lider kadroydu[79].

2- Hâtıb bin Ebİ Beltea ve yaptığına dair i

a) Biz şimdi, Nübüvvetin başka bir görünüşü karşısındayız. Yü­ce Rabb'in onu vahiyle nasıl yakından desteklediğini seyrediyoruz. O, sahabelerine emrediyor: -Gidin, Hah bahçesinde develi bir ka­dın bulacaksınız. Onda bir mektup var, ahp getirin!...» Bunu ona haber veren kimdi? Yolcu kadınla Hâtıb bin Ebî Beltea arasında cereyan eden olaya O, nasıl muttali oldu?.. Bu vahiydi elbet, işte bu nübüvvet cilvesidir. Ve A]lah'ın Nebisine ve müslümanlara va'delettiği o Büyük Feth'i tahakkuk ettirmek için ona destek ve plânın gerçekleşmesi için ihbardır.

b) Suçla ittiham olunanın, bazı yolla işkenceye tâbi tutulması itirafı te'min için, caiz midir?..

Bazı zevat, Hz. Ali (r.a.)'nin o kadına söylediğinden bunu is­tidlal ederler. «Ya mektubu çıkarırsın, yoksa elbiseni soyacağım!.. Yâni buradan yürüyerek bazı ulema şu hükme varıyor: Bazı suç­ları açığa çıkarabilmek için mü'minlerin imamı ve onun vekili, çeşitli yollara başvurabilir, vasıtalar kullanabilir: Tıpkı böyle de, Hay-ber yahudilerinln Huyey bin Ahtâb'a ait hazineyi saklamaları üzerine Resûlullah'ın uygulamasını delil sayarlar. Hani, Hayber Gaz­vesi sonunda Resûlullah (s.a.v.), Huyey bin Ahtâb'm amcasına: «Hu-yey'in Benî Nadir'den getirdiği Mesk'i[80] ne yaptınız?» diye sormuş^ tu.

Onu savaş masrafı olarak harcadım, diye cevab verse de, «Ha­yır zaman kısa, para da çok fazlaydı» buyurdu. Ve bunun üzerine onu Zübeyr'e gönderdi. O da biraz sıkıştırınca adam: «Ben Huyey'i şu harabelerde dolaşırken görmüştüm», dedi. Ve gidip aradılar. Ger­çekten de harabede o deri dolusu parayı buldular. Günümüzde bazı araştırmacılar bu görüşü îmam Mâlik  (r.aJ'e isnad ederler.

Gerçek ise şudur: Dört büyük imam ve cumhûr-u ulemanın araş­tırması sonucuna göre; şer'İ ölçülerle yeter delille suç isbat edilme­den, maznuna (suçla ittiham edilen kimseye) işkence yapılamaz, îkrar etsin diye böyle bir uygulama caiz değildir. Çünkü suç ;sbat edilmedikçe maznun, suçsuz kabul edilir. Hatıb'ın Mekke'ye gönder­diği kadın olayına ve Hz. Ali (r.a.) 'nin onu tehdidine gelince; şu iki sebebe bağlı olarak bir delil teşkil edemez:

Birincisi: Bu kadın sırf bir itham altında değildi. Onun (mek­tup götürdüğü) sabit ve gerçekti. Çünkü onu peygamberlerin en büyüğü ve insanların en doğru sözlüsü Muhammed (s.a.v.) haber vermişti. Bu ise, ikrardan ve senedden de kesindir. Şimdi, biz ma­sum olmayan insanların zan ve şübhesine dayalı ittihamla nasıl kı­yaslarız bunu? Bu kadının durumu için söylediğimiz, Huyey bin Ah-tâb'ın amcası için de aynen geçerlidir.

İkinci olarak daı Mektubu bulmak için elbisesini soymak, iş­kence ve hapis gibi değildir. Aradaki fark büyük ve açıktır. Mek­tubun onda olduğu kesin olunca, artık onu bulmak için elbisesini soyup aramaktan başka yol yoktur. Bu da şübhesiz meşru bir yol­dur. Hattâ Resûlullah (s.a.v.)'ın emrinin yerine gelmesi için bu zaru­rîdir. Zübeyr'in, Huyey bin Ahtâb'ın amcasına işkence uyguladığı mes'elesine gelince; bir kere bu da sadece bir itham değil gerçeğe istinad ediyor. (Resûlullah (s.a.v.) haber verdiği için) ikinci olarak da bu bir harb durumudur. Müslümanlarla öbürleri arasındaki harb hali. Pek tabii müslümanların birbirine karşı uygulamasında mes-ned olamaz, kıyas kabil değildir.

Bu kanaati, tmam Mâlik (r.a.)'in mezhebindeki görüşü diye sa­nanlara gelince, bu da onun mezhebini tanıyanların açıkça göreceği üzere bâtıl bir tahmindir. îmam Mâlik (r.aJ'ten Sehnun'un El-Mü-devvenetü'l-KÜbrâ'sında şu nakil var:

«Bir kimse bir suçu; tehdid, zincire vurma, korkutma, dövme veya hapsetmeyi müteakip ikrar etse had vurulur mu? dedim, tmam tehdidle ikrar eden afvedilir, dedi. Zaten, korkutma, bağlama, teh­did, hapsetme ve dövme dediğin hepsi bence tehdiddir, afvedilir ka-naatindayım» buyurdu.

Yine râvi der ki: Peki tehdid veya dayakla ikrar eder, katilliği veya çaldığını ortaya çıkarırsa-, gerçek böylece ortaya çıktığı hal­de yine had uygulanır mı? dedim. Dedi ki, ben ancak ve ancak, tam emniyet içinde korkusuzca ikrar edene ceza uygularını. Aksi halde uygulayamam!...

c) Resûlullah'ın Hâtıb'a sorusu ve onun cevabı ardından da, o yüzden nazil olan âyeti okuması bize şunu gösteriyor: Hangi gart altında olursa olsun, müslümana, Allah'ın düşmanlarıyla dost ol­ması yaraşmaz. Onlara bir meyil ve yardım hissi taşıması da asla caiz değildir. Onlara dostluk ifade eden sözle mukabele de uygun olmaz. Hâtıb'ın Kureyş arasındaki yakınlarını, kendisi aslen Kureyşli olmdığı sebebiyle, himaye eden olmadığından, bir iltimas beklemediği için mazur görülmesini istemesine rağmen bu böyledir...

Çünkü Kur'an âyetleri nazil olup, açık olarak, mü'minlerin, Al­lah'tan başkasını veli edinmemesini, yalnız O'ndan himaye bekle­mesini emretmiştir. Ve kim olursa olsun, kiminle olursa olsun, in­sanlarla ilişkisini bu esasa dayandırması, bu yüce dine uygun ola­rak kurması emredilmiştir. Aksi halde, bir kimsenin yâni müslü-manın, malını, canını Allah yolunda harcaması; yerini aile ve imkâ­nını onun için terketmesi nasıl düşünülebilir ki?...

îşte çağımızda, kendi kendine düşmanlık eden müslümanların çıkması budur: Namaz için mescidlere ko^ar, zikir ve virdleri sürekli tekrarlar. Mlsbahı elinden bırakmaz... Ama halkla ilişkilerini hâlâ akrabalık bağı, ırkî yakınlık hissi, mal ve makam arzusu ya da bazı hayvani arzu[81] ve isteklerini tatmin esasına göre yürütür. Ve bu suretle, hakkı bâtıla satmış olmaktan veya geçici dünya için Allah'ın dinini bir paravan olarak kullanmaktan çekinmez.

Bunlar münafıktır. Müslümanlarla görünmeleri, onları geciktir­mek, bölmek, zayıf düşürmek emelindedir. İşte, tarih boyu, müslü-manlara karşı hazırlanıp uygulanan hiyle ve tuzaklardan bir görü­nümdür bu...

3- Ebû Süfyân mes'elesi ve burada Resûlullah'ın tutumu:

Fetih günü, Ebü Süiyân'm durumu garipti gerçekten: îlk defa Resülullah'a savaş açanların başı ve öncüsü iken, o gün, O'nun di­nine fevc fevc girenlerin önünde ve ilki oldu.

Halbuki, bugüne kadar Mekke'den çıkan her muharib ve her ordu onun teşviki, onun öncülüğü ve onun coşturmasıyla olmuştu ancak... HJtmet-i İlâhi, Mekke Fethi'nİn kansız olmasını gerektir­miş-, daha önce O'nun Resulüne (s.a.v.) ezâ edip harb. açarak ora­dan çıkaran halkının İslâmlaşmasını murad etmişti. Öyle ki; müs-lümanlann da herhangi mücadele ve meşakkate girmesine hacet kal­madan... Ebû Süfyân'ın müslüman olmasının sebebleri de çok önce­den hazırlanıp plânlanmıştı âdeta!... Bu da Resûlullah (s.a.v.) ile vuku bulan mülakat ânında Merri Zahran'da gerçekleşti. Arkasın­dan da Mekke halkına koştu, onların kafasından ve gönlünden savaş düşünce ve arzusunu silip attı. Mekke atmosferini teslimiyete ha­zırladı. Câhiliyye şirkini yere gömerken, İslâm ve tevhid tohumunu da ekmiş oluyordu.

Nitekim, Resûlullah (s.a.v.) 'in ona ilânını tenbihlediği şu emir de bunun başlangıç ve belgesiydi: «Kim Ebû Süfyân'ın evine sığı­nırsa emniyettedir». Tabii bu taltif, onun müslüman oluşu, İslâm'a ısınıp kalbinin karar kılmasından sonraydı... Bilirsiniz ki, İslâm, dinin inanç ve ameli ahkâmına tam uyup boyun eğmektir. O hal­de, bir müslümana gerekli olan, imanın kalbine sirayet etmesidir. Bu da tabiî İslâm prensip ve erkânına sürekli uyumla gerçekleşir. Sürekli ve ısrarlı olarak birtakım meşru vesileler ve sebeblere kal­bini alıştıran kimse, gitgide imanı kalbine oturtur. İslâm onun ta­biatı olur, iman kökleşir. Artık, fırtınalar onu sarsamaz, saptıra-maz...

Nitekim Hak Teâlâ, Kitab-ı Kerim'inde böyle buyuruyor: «Arap­lar, biz iman ettik dediler. De ki, belki henüz iman etmediniz ama îslâm olduk diyeb'Hrsin'z. Çünkü henüz iman kalbinize tam olarak kök salmadı!..[82]».

Yine bu yüzden, savaş anında, harbin şiddeti karşısında müs-lüman olan kimseyi, silâh korkusuyla veya ganimete ermek arzu­suyla da sırf zevahiri kurtarmak için müslüman olmuş olmakla itham etmesi yakışmaz.

Hattâ karineler buna delâlet etse bile caiz olmaz. Çünkü matlûb olan, kalbe ve iç âleme nüfuz etme değil, görünüşün ve dış âlemin ıslâhıdır. Nitekim Resûlullah (s.a.v.)'ın çıkardığı seriyyelerde bazı sahabenin bu konudaki tutumu üzerine Cenâb-ı Hak vahy ile açık­lık getirmiştir. Çünkü bazı sahabeler, böyle bir çarpışma anında, müslümanlığını ilârf eden kimselerin ölüm korkusuyla böyle davran­dığını iddia edip öldürmüşlerdi:

«Ey inananlar! Allah yolunda çarpışırken uyanık olun. Size tes­limiyetlerini bildirenlere, «Sen mü'rnin değilsin» demeyin. Siz geçi­ci dünya cilvesini takib ediyorsunuz. Halbuki Allah katında sayı­sız ni'metler var. Esasen daha önce sizler de böyleydiniz. Allah lüt­fetti de oldunuz. O halde iyi değerlendirin insanların hâlini. Zaten Allah sizin ne yaptığınızdan haberdardır[83]».

Dikkat edin, müslümamn dine yeni girdiği zamanki halini na­sıl tasvir buyuruyor. Onların çoğu da bugün için imanlarından şüb-he ettikleri kimselerin durumundaymış. Sonra Allah onlara ihsanı­nı artırmış da, gitgide saf ve samimi müslüman olmuşlar...

Bu da tabiî, zahiri plânda, din ahkâmını sürekli ve disiplinli şekilde yasaya yasaya şübhe ve eski yanlışlardan temizlenme şek­linde olmuştur.

Resûlullah (s.a.v.)'ın risâlet hikmetinden birisi de îşte Ebû Süf-yân'ın, müslüman olduğunu ilânını müteakip; Hz. Abbas'a emrede­rek vadinin çıkış yerinde tutmasındadır. Oradan bütün îslâm ordu­su, alaylar, taburlar halinde geçecek, o da İslâm'ın gücünün ne nok­tada olduğunu görecekti.

Nihayet, Mekke'den paramparça, ezik, yenik kaçan müslüma-nm nasıl bir inkılâp ile yenilmez kuvvet oluverdiğini anlayacak. Bu ise tabiî, o dinin akidesinin doğruluk ve zlâhilik yönünde te'kidle, zihne sunacakıt.

Ama bu hikmetler, bir ara, Ensârdan bazı sahabenin zihninden silinivermişti. Haniya, Resûlullah (s.a.v.h «Kim Ebû Süfyân'ın evi­ne sığınırsa emindir» fermanım ilân edince, O'nun kendi kabile­sine ve memleketine özel bir sevgi duyduğunu, bu sözü de bu yüz­den söylediğini sanmışlardı.

Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivayetine göre, Resûlullah bu sö­zü söyleyince, Ensâr'dan bazıları birbirine: Demek ki adamın bel­desine olan bağlılığı, halkına olan sevgisi onu sardı. Ebû Hüreyre der ki: Bunun üzerine vahiy geldi. Zaten vahiy gelince haberimiz olurdu. Bu sefer vahiy gelince, daha bir ferdin Resûlullah (s.a.v.)'a kaşını kaldırıp bakmasına fırsat kalmadan, o vahyin emrini icra et­ti. Şöyle seslendi: Ensâr topluluğu! Onlar da: Buyur yâ Resûlâllah! dediler.

Buyurdu ki: «Adamın memleket sevgisi baskın geldi...» dediniz. Evet öyle oldu dediler. Bunun üzerine: «Asla! Ben Allah'ın kulu ve Resulü olarak sizin beldenize hicret ettim. Dirim sizinle olduğu gi­bi, ölüm de sizinle olacak!..»

Ensâr ona ağlayarak şu itirazda bulundular: Biz bu sözü kötü niyetle değil, sadece Allaha ve Resulüne bağlılığınızdan söylemişiz-dir.

îman ve îslâm arasında farka yönelik şu anlattıklarımızı; size Ebû Süfyânın müslüman oluş biçimine dair tartışmalarla ilgilidir. Haniya onun Resûlullah tarafından «hâlâ benim, Allanın Resulü ol­duğuma kesin kanaatin oluşmadı mı?» diye, yöneltilen soruya verdiği cevabda bu endişe vardı: «Buna gelince, vallahi hâlâ gönlümde bir tereddüd var!..»

Nitekim Hz. Abbas tr.a.) da ikaz ediyor: Yazıklar olsun sana, Allahm birliğine, Muhammedin Onun Resulü olduğuna şehâdet ge-tirsene, boynun vurulmadan!..

îşte o zaman gerçekten şehâdet getirdi.

Buradaki şübheli yan şu: Deniyor ki, tehdit altında İslâm'a gir­mek ne kıymet ifade eder? Çünkü az önce o, Resûlullah'ın nübüv­vetinde şübhesı olduğunu söylemişti.

Ancak buradaki şübhe şöylece kalkar. Bilirsiniz ki: Müşrik ve kâfirden beklenen, imanın kâmil mânâda kalbe yerleşmesi değil. Başlangıçta, İslâm'a girecek kimseden beklenen; aklıyla kavradığı

İslâm'ı diliyle de ilân ve ikrar etmesidir. Bu teslim oluştan sonra; yâni Allah'ın birliği, Resulünün nübüvvetini ve onun getirip haber verdiklerinin doğruluğunu ifade ile onun topyekûn kanunlarına bo­yun eğecek... îmanın gerçeğiyle teessüsü ise, bundan sonraki bağ­lılık ve emirleri sürekli uygulama ile gerçekleşecektir.

Gerçekten de Ebû Süfyân bu nizamî orduların geçişi karşısın­da düşünüyordu. Gördükleri karşısında çarpılıyor, şaşkınlıkla Hz. Abbas'a dönüyordu. Tabii henüz câhülyye düşüncesinden de sıyrı­lamamış, o kafa ve gönülle değerlendirme yapamıyordu:

«Gerçekten, yeğenin çok büyük bir hükümdar oluvermiş yâ Ab­bas!» diyordu. Tabii Abbas (r.a.) onu bâtıl kalıntısı düşüncesinden uyarmaya çalışır; «Ebû Süfyân, dikkat et! Bu hükümdarlık değil pey­gamberliktir! Neden söz ediyorsun?...»

Esasen o, bir zamanlar siz Mekkelüer teklif ettiğiniz halde, mül­kü de, malı da, makamı da ayak altına almış, sizin işkence ve ha­karetlerinizi de hiçe saymıştı. Siz değil miydiniz, hem ona sundu­ğunuz bunca dünyalığı reddedip, Risâlet görevine tercih etmediği ve sizi imana çağırdığı için, onu ülkesinden çıkarmaya mecbur eden?.

îşte nübüvvet böyledir!

Hz. Abbas (r.a.)'m dilinde tecelli eden ilâhi hikmettir bu. Böy­lece kıyamete kadar herkesin ibret alacağı bir kelâm olsun; bilinsin ki, Resûlullah (s.a.v.)'ın daveti, bazılarının vahyedip gevelemeye ça­lıştığı gibi; ne saltanat, ne akar, ne ırk kaygısıyladır. Bu, Resûlul-lah'ın baştan başa hayatını kaplayan bir sayhadır. İlâhi ikazdır. Onun ömrünün her ânı, damla damla konuşur bir armonidir. Bu, Allah yolunu ve O'nun nizamını tebliğ için gönderilmiştir insanlığa. Yeryüzünde nefsinin saltanatına zerrece pay yoktur!.

4- Resûluliah'ın Mekke'ye giriş tarzı üstüne düşünceler.

a) Buhâri'nin, Abdullah bin Muğfil'den rivayetinde gördük ki; Resûlullah (s.a.v.) Mekke girişinde Fetih sûresini okuyor. Okuyu­şunda terci' yapıyordu Terci' ise kırâette bir tarzdır. Okuyan coşa­rak onu terennüm eder sanki... Bu da O'nun, Mekke girişinde Raî> biyle başbaşa bir istiğrak halinde olduğunu gösterir. Yoksa, zafer ve büyük muvaffakiyetin nefsine getirdiği büyüklenme, gurur ve şu­urunu kaplayan övünçten değil. Hayır, sırf Allah'ın destek ve yar­dımım apaçık müşahede etmesinin sonucu, ona bütün zerreîeriyle iltica edişidir...

Nitekim, îbn îshâk'ın rivâyetindeki tasvir de bu mânayı daha açık yansıtır. Ona göre Resûlullah Cs.a.v.) Zituva'ya gelince; Al­lah'a minnet tavriyle başını öyle eğiyordu ki, nerdeyse alnı hay­vanın yelesine değiyordu. Bu, onun, kendisine Allah'ın lütfedip gös­terdiği «Feth-i Mübîn» için minnet ifadesiydi.

Bu da şunu gösteriyor; O, Rabbinin emrini yerine getirmiş ol­makla kullukta tamlanış ve kulluğu   başarmanın   şükrü   içindedir. Ve kavminden çektiği bunca çileyi, kendisini zorla çıkardıkları bu beldeye, Allah'ın nasıl bir zaferle, şeref ve izzetle döndürmekte ol­duğunu gözlemekte... Evet bu an Allah'a en kâmil mânâda hamd ve şükür dolu gönülle yönelme ânı; bu mekân ona kulluğun son haddine taşırılma makamıdır. Tabii bu her mü'minden beklenecek haldir esasta.  Yâni,  genişlik ve darlık  ânında hep Allah'a mutlak ubûdiyyette kalmak. Bollukta kıtlıkta, güçlü iken de, zayıf iken de hep mutlak kulluk...

Yâni müslümana, sadece sıkıntıya düştüğü, belâya uğradığı za­manda darlık gitsin, zarar kalksın diye kulluk gösterisi asla yakış­maz. Çünkü geniş ve mutlu günlerin huzur ve refahı, sarhoş eder--se, isyana düşer, gözü birşey görmez. Öyle kimseler ilâhı emir ve ahkâmın yanından teğet geçmeye başlar. Öyle ilgisiz olur ki, sanki o dar günlerinde yalvaran ve boyun büken o değilmiş...

b) Buhâri'nin ,bu rivayeti aynı zamanda, bize Kur'an okuyan kimsenin ahenk ve teganni yapmasının da caiz olacağını gösterir. Bu anlam, Abdullah bin Muğfil'in naklindeki «Terci1» ta'b'rinden çı­kar. Bu ise bütün Şâfü ve Hanefî ulemasıyla Mâlikilerin ve ötekile­rin çoğunluğunun birleştiği gerçektir[84].

c) Resûlullah  Cs.a.v.)'in hikmet dolu tedbirinden biri de, Mek­ke'ye girerken ashabına farklı yönlerden bölük  bölük girmelerini emretmesidir. Onlar, tek yol veya kapıdan girmemekle, savaşı bü­yük çapta önlemiş oldular. Çünkü Mekkeliler bu durumda savaşa cesaret edemezdi. Etse, adamları dört bir yana dağıtmaları gerekir­di. Bu ise onların zayıflaması demekti. Bunu göze  alamayınca da savaş ve saldırının sebebi kendiliğinden ortadan kalkmıştır.

Resûlullah Cs.a.v.) bunu, muhakkak ki, kan dökülmesini önle­mek, İslâm'ın belde-i Haram'a verdiği mânâyı korumak için emretti. Ve onlara da, sadece saldırana karşılık savaşma izni verdi. Öbürle­rine de, evlerine kapandıkları takdirde emniyet va'detti.

5- Mekke Haremine mahsus hükümler:

a) Orada savaş yasağı:

Gördük ki, Resûlullah (s.a.v.) ashabına hiçbir kimseyle savaş­maya izin vermedi. Sadece müslümanlara saldıranlarla, kanı heder edilen ve öldürülmelerini kendisinin emrettiği altı kişi hariç.

Yine gördük ki, O (s.a.v.), uzaktan kılıç parıltılarını görünce sormuş ve Hâlid bin Velid'in kendisine saldıranlarla savaşmak zo-Minrlfi kaldığını anlayınca, buna üzülmüş. Ancak, «Allanın kaza­sında hayır vardır» buyurmuştu. Zaten bunun dışında da Mekke'-d»    herhangi bir çarpışma olmamıştı...

Nitekim fetih günü halka hitap ederken de: -Mekke'yi Allah yasak bölge yaptı, insanlar değil...» buyurdu. Ve, «Allah'a inanan bir kişiye kıyamete dek, orada kan dökmesi veya kavga etmesi helâl olmaz. Biri kalkıp da ruhsat var savaşa derse; Allah kendi Resulüne izin verdi, size değil deyin. Ona bile bir günde bir an için izin vermişti. Ve dünkü gibi bugün de haramhğı avdet etti.

tşte bunu deL'l alan bütün müçtehidler, Mekke'de ve çevresin­de savaşın caiz olmadığına hükmetmişlerdir. Çünkü bu Fetih hut­besinde açık bir peygamber emridir. Ancak ulema mes'eleyi geniş­lemesine alınca; uygulamanın nasıl olacağını araştırınca müşrikler­le ve âsilerle savaşı emreden, kısas olunacakların öldürülmesini bil­diren nasslarla bu yasak arasını şöyle bulmuşlardır. Müşrik ve mür-tedlerle savaşma hususunda bir müşkil düşünülemez. Çünkü müş­riklerin orada yerleşmesi, mekân tutup kalması şer'an yasaklanmış­tır. Bunda ittifak var. Hattâ Şafii mczhebiyle öbür birçok müçlehid; müşriklerin oraya uğrayıp geçmesini bile caiz görmez. Bunun da­yanağı şu âyet-i kerîmedir: «Müşrikler necistir. Bu seneden sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar...» O halde, orada bulunan­lara düşen, müşrikler oraya girmeden ve yaklaşmadan onlara sa­vaş açıp yaklaştırmamaktır. Bu demektir ki: Cenâb-ı Hak, Hare­mine bir müşrik veya kâfir sokmamayı tekpff .1 etmiştir. İşte bu da, bu dinin mûcizesidir. Yâni Allah'ın kitabında ve Resulünün lisa­nında gelen va'din tecellisidir.

Asîlere gelince: Bunlar sâîih imâma başkaldıranlardir. Cum-hûr-u fukahânın kanaatına göre böyleleriyle savaşa medar, âsi oluş­larıdır. Çünkü bu isyan ancak silâhlı karşılıkla bastırılabilir. Çün­kü âsilere karşı savaş hukukullahtan olup, vazgeçilemez. Haremde de olsa onu bastırmak için savaş, onların önünü koyvermekten ev­lâdır.

İmam Nevevi şöyle der: Bu, cumhurdan nakledilen görüştür. Doğru olan da budur. İmam Şafiî de, «Kitâbü İhtilâfi'l-Hadîs»te bu­nu delil getirmiş, nassa dayandırmıştır. Şafiî şöyle diyor: Mutlak olarak kıtal'i meneden hadîslerin zahirinin gerektirdiği durumu şöy­le yorumlayabiliriz Cyâni âsilerle bile savaşı reddeden hadîsler) : Kı­talin bu genel yasağı haramhk ifade etmesi; (bu mancınık dahil her tür savaş vasıtalarıyla saldırmadır) ıslah olmaları başka yolla müm­kün olmasına bağlıdır. Ama küffâr başka beldelere üslenmiş ise o zaman savaşın her türü ve vasıtası caiz olur.

Tabiî bazı fakîhler, âsilere karşı savaşın haram olduğuna; an­cak sıkıştırmak suretiyle Harem'den çıkıp kaçmalarım veya itaat etmelerini te'min etmek için çeşitli çarelere başvurmanın caiz oldu­ğuna kail olmuşlardır[85].

Hadlerin tatbikine gelince: Şafiî ve Mâlikî Mekke Hareminde haddin yerine getirilebileceğine hükmetmiştir. Delilleri ise: Bunâri'-nin rivâyetindeki Resûlullah'ın şu kavlidir: «Harem, âsileri, kan dö­küp kaçanları ve kapkaççıları korumaz elbette[86]».

Ebû Hanife ise, (bu da Ahmed'den nakildir.) Harem'de olduk­ça bu kimseler emindir. Ancak sıkıştırılarak, Haremi terketmesini sağlamak caizdir. Oradan çıkınca da had veya kısas uygulanır. Delili ise, Resûlullah (s.a.v.)'ın Fetih günü söylediklerinin genel yorumu­dur. Zerkeşî ise şöyle der: O halde Mekke Haremindeki özel durum şudur: Mekke dışında küffâr veya âsiler bir yere üslendi ise, onlar üzerine umûmî savaş açmak ve hangi savaş tekniği gerekliyse onu uygulamak caiz olur. Ama Mekke'de böyle bir üslenmeleri oldu ise bu tarz bir savaş açmak caiz olmaz[87].

Biz de deriz ki; Cenâb-ı Hakk'm Harem-i Şerifi sırf mü'minlere mahsus emniyet yeri ve onlara âit sığmak kılmış olması bakımındandır. Durum bu olunca, artık orada kıtale sebeb olacak ne olabi­lir? Belki sadece «had»leri tatbik ve âsileri tedib vardır ki, onların da ahkâmı malûmunuzdur.

b) Avlanma yasağı:

Bu icmâ' ile sabittir. O da müttefekun aleyh olan şu hadîs-i ne­beviye dayanır: «...Oranın otu koparılmaz, avı ürkütülemez...» Avı ürkütme haram olursa, telef etmek tabii olarak haram olur. Demek ki, o arazide ava rastlayan, onu serbest bırakacak. Eliyle telef eder­se ihramlının yaptığı gibi tazmin eder. Ancak, hadîste ta'yin edi­len beş tür hayvan bu umumi yasaktan hariçtir. Çünkü Resûlullah bunları ayırmış ve zararlılar olarak göstermiştir. Karga, yengeç, ak­rep, fare ve kuduz köpek....Ulema, yılan ve zararlı yırtıcıları da za­rar verici olmaları sebebiyle bunlarla aynı kategoride mütalâa etmiş­lerdir.

c) Nebatının koparılması yasağı:

Bu da yukarıda geçen hadîsteki; «Otları koparılmaz» ifadesinde delilini bulur. Böylece o arazide Allah'ın bitirdiği her bitki bu ya­sağa dahil olup, sadece halkın geçimi için ektiği ve yeşilken kopar­mak zorunda olduğu bitkiler hariç kalır. Halkın ekip biçmesi haram olmaz yâni...

Tıpkı evcil hayvan kesmenin haram olmadığı gibi, hayvan ve nebatın bakımını yapmak, kuruyan dallarını ve otlarını koparmak caizdir. Ancak, Zerkeşî'nin, Ebû Hanîfe ve Ahmed'den rivayetine gö-rem, Harem dahilinde hayvan gütmeyi menetmişlerdir[88].

Yine cumhur, zararlı haşerelerden beşini istisna eden hadîs-i şe­rife kıyasla, umumî bitkilerden de ezâ veren bitkileri istisna etmiş­lerdir ki, bu da, «Nass'ı Kıyas'la tahsis» kabilindendir[89].

d) Oraya ihramlı girmenin vücûbu:

Yâni kim Mekke'yi veya Nevevi'nln dediği gibi onun Haremin­de bir yeri, hedef alır yola çıkarsa-, eğer bu gidişi de, ticaret ve zarurî ihtiyaçları sağlamak gibi sürekl igiriş ve çıkışı gerektiren bir iş için değilse, sürekli Harem'e girip çıkmak zorunda değilse, o kimse­nin ancak ve ancak hac veya umreye niyet ederek ihramlı olarak girmesi gerekir.

Ancak; ulema bu talebin, «vücûb<> mu, «Nedb» mi ifade ettiği hususunda ihtilâf etti. Ama üç imam nezdinde meşhur olan, Şâfiîle-rin de çoğunluğunca zâh'r olan «vücûb»dur ki bu îbn Abbas'tan nakildir.

Bazı ulema ise bunun mendûb olduğuna kanidir.

İhtilâfın sebebi ise, Resûlullah (s.a.v.)'m Fetih günü Mekke'ye ihramsız girmiş olmasıdır, Bu da, Müslim ve ötekilerinin; -Resûlul­lah Fetih günü Mekkeye girerken başında siyah bir sarık vardı ve ihramsızdı.,.»  şeklindeki  rivayetlerine  dayanır.

Yâni ihramın mendûb olduğuna hükmeden ulema bu hadisi delil alıyor. Ama vâcib diyenler de durumu şöylece tashih ediyorlar: Re­sûlullah o gün küffârın hıyanetine karşı tedbirli ve her an çıkabi­lecek bir harbe karşı hazırlıklıydı. Bu ise umumi halden müstesna­dır. Vücûbun dışındadır.

e) Gayr-i müslimlerin orada kalmasının yasağı:

Biz ilk hükmü açıklarken bunun da hükmünü deliliyle zikret-mistik. Bu da orada harbin yasaklığına dayanır.

6- Resûlullah (s.a.v.)ın Kâbe-i Muazzama'da yaptıkları üze­rine düşünceler:

a) Kabe içinde namaz:

Buhârİ'nin îbn Abbas'tan rivayetini naklederken demiştik ki. Resûlullah (s.a.v.) Beyt'e, oradaki putlar temizlenip, Hz. îbrahim ve ismail'e izafeten yapılmış ellerinde fal oku olan resimler silininceye kadar girmedi. Bundan sonra ancak Beyt'e girdi ama sadece dört kö­şeye tekbir getirdi ve namaz kılmadan çıktı.

Müslim ise İbn Ömer (r.a.)'den Resûlullah'ın, Usâme, Bilâl ve Osman bin Talha el-Hasbi ile Kabe içine girdiğini, kapısını kapatıp bir müddet orada kaldığını rivayet etmiştir. îbn Ömer diyor ki; Ben, Bilâl çıkınca, Resûlullah'ın orada ne yaptığını sordum. Şöyle dedi: iki direği soluna, birini sağına ve üç direği de arkasına aldı ve namaz kıldı. (O gün Kabe'nin altı direği vardı).

Buhâri'nin de îbn Ömer'den buna yakın rivayeti var...

Ulema da bu iki hadîs arasında tearuz olmadığını beyan eder. Sebebi ise îbn Abbas'ın (ki o Resûlullah'ın namaz kılmadığını nak­lediyor) Resûlullah (s.a.v.) ile beraber olmadığı, Kâ^e içine girme-

diğinden gelir. Çünkü o namaz kılmadığını, îbn Hâcer'in dediği gi­bi, bir Usâme'ye, bir kardeşi Fazla isnad ettiriyor. Halbuki Fazl da Kabe'ye beraberce girmemişti. Bilâl'e gelince, o Resûlullah ile be­raberdi ve namaz kıldığını isbat ediyor. Binâenaleyh, îbn Ömer'in Bilâl'den rivayet ettiği hadisi, şu iki sebebten dolayı tercih etme­miz gerekir: Bir kere, bu olumlu bir haberdir ve onun bilgisi fazla­dır. Esas olarak, birşeyi isbat eden haber inkâr edene tercih olunur. İkinci olarak da; Biiâl'in haberi isbath ve müşahedelidir. Çünkü o Resûlullah üe beraberdi, Kabe içinde... İbn Abbas'ın haberi ise gör­düğünüz gibi sadece rivayete dayalı, müşahede yönü eksik. Üste­lik bir Usâme'den, bir kardeşi Fazl'dan rivayet ediyor. Fazl ise yine Resûlullah'ın yanında değildi.

İmam Nevevİ der ki TTndisçiİPi- BilAl'in rivayetini esas almak­ta birleştiler. Çünkü o isbat edicidir. Bilgi fazlalığı da vardır. Ar­tık onu tercih vâcib olur[90].

Ebû Hanîfe, Şafii, Ahmed ve cumhûr~u ulema da böylece, Ka­be içinde musalli herhangi bir duvarına dönüp namaz kılabilir, di­yorlar. Bu nafile veya farz olabilir. Ama İmam Mâlik aynı görüşte olup; Nafile namazı caiz görür, ama farz ve müretteb namazı caiz görmez...[91].

b) Resim ve fotoğrafın hükmü -.

Buhârî hadîsinde açıkça gördük ki; Resûlullah ts.a.v.) oradaki putlar ve resimler tamamen temizlenmedikçe Kabe'ye girmemişti. Ebû Dâvud da Câbir (r.a)'den; Resûlullah (s.a.v.)'ın, o anda Bat-hâ'da bulunan Ömer îbn Hattâb'a haber göndererek, gelip, Kabe'­deki bütün resimleri imha etmesini emrettiği ve bütün resimler sili­ninceye kadar oraya girmediğini naklediyor. Nitekim Buhâri de, Ki-tâbü'1-Hacc bahsinde Usâme'den naklediyor ki; Resûlullah Kabe'ye girince Hz. İbrahim aleyhisselâmı temsil eden resmi görünce su iste­di ve o resimlerin hepsini sildirdî. İşte bu hadislerin hepsi gösteri»- ki; Nebi aleyhisselâm, duvara çizilen resimleri de imha ettirdi, müces­sem ve tablo halindeki resimleri de oradan çıkarttırdı. Yine anlaşılı­yor ki; bütün bunlardan sonra Kabe'ye girince, duvarlarda resimler­den bazı izlerin kaldığım gördü ve tekrar su isteyip tamamen silip yok edinceye kadar uğraştı.

Bütün bunlar da, İslâm'ın tasvir, mücessem ve gayr-i mücessem resimler hakkındaki  hükmünü  açıkça göstermektedir.  Şimdi  size, mam Nevevi'nin, Müslim üzerine yazdığı şerhteki açıklamasının metnini sunuyoruz: «Asırdaşlarımız ve öbür ulema der ki: Canlı varlıkların resimlerini çizmek şiddetle haramdır. Bu büyük günah­lardandır. Çünkü bunca hadisde, resim yapanlar tehdid edilmiştir. isterse bunu adam, bir geçim yolu olarak, san'at edinmiş olsun. Her halükârda bu san'at haramdır bir kere... Çünkü burada Allah ile yaratıcılık yarışı vardır. Yine bu resim ister elbise, ister sergi, para, banknot, kap-kacak, duvar v.s. üzerinde olsun, aynıdır. Ancak ağaç resmi, kervan silueti ve benzeri canlı resmi (hayvan, insanî görün­meyen tablolar haram olmaz.

Tasvirin, resim yapmanın hükmü işte budur. Ama canlı resim­li birşeyl almanın hükmü ise; eğer duvara asılacak, üste giyilecek ya da başa sarılacak cinsten, tahkir anlamı verilemez biçimde kul­lanılacaksa bu da haramdır. Ama yere serilip oturulacak ya da yaslanılacak yastıkta olursa, yâni tahkir ve aşağılanma anlamı ta­şırsa o zaman haram olmaz. Ama madem ki rahmet meleklerinin ora­ya girmesine mânidir, o halde helâl olmaz. Aşağıda onu ayrıca zik­redeceğiz.

Burada, gölgeli veya gölgesiz olmasının da bir farkı yoktur. Bu bizim mezhebimizin özetidir. Yâni, sahabe, tabiîn ve onlardan son­rakilerin toplu görüşü... Bu, aynı zamanda Süfyânü's-Sevrî, İmam Mâlik ve îmam Ebû Hanife'nin ve ötekilerinin görüşüdür. Bazıları ise, gögeli resim nehyedilmiştir. Gölgesizlerde ise beis yoktur, der ise de bu bâtıl bir mezhebdir. Çünkü Resûlulîah'ın kötü gördüğü ve hiçbir ferdin de hoş göremeyeceği o perde üzerindeki resimler de[92] gölgesizdi. Artık öteki hadislerin mutlak mânâdaki resim yasağı da ayrı...

Rahmetli İmam Nevevi şöyle devam ediyor: «Ulema gölgeli re­simlerin yasakhğı üzerinde ittifakla, tağyirini vâcib gördü. Kaadl lyâz ise çocuk oyuncakları için ruhsat verildiğini söyler.»

Ben de derim ki: Bugün halk fotoğraf makinasıyla çekilen re­simler hakkında tereddütlüdür. Bu da acaba, el mehareytiyle çizi­len, resmedilen suretlerin hükmüne dahil mi, yoksa başka bir hükmü mü var?

Bazısı da, İmâm-ı Nevevî'nln  ağzından aktardığımız, haramhk lletine bakarak, fotoğrafın elle yapılan resim hükmünde olmaya­cağını sanır. Çünkü fotoğrafın bir el meharetine dayanır tarafı yok­tur. Yâni Allah'ın yarattığım taklid ve O'nunla ölçüşme görülmez. Sadece resim makinesini kullanmadan ibaret basit hareket var. Bel­li kayıtlarla, makine haznesinde görüntüyü hapsetmekten ibaret olan bu işi küçük bir çocuk bile yapabilir. Hadisin lâfzındaki mutlak mânâya göre de gerçekten çeşitli tasvir işlemleri arasında bir fark bulmaya zorlanma uygun olmaz.

Resim yapma ile ilgili hususlar bundan ibaret. Ama alma ve kullanma hususuna gelince, fotoğrafla öbür resimler arasında bir fark yoktur. Ama ne olursa olsun, resmin yapılması ve taşınması­na dair hükümde etkili olan özellikler vardır elbette. Haniya kadın resmi ve benzerim muharrem attan birşeyin resmini taşımak seksiz haramdır. Ama zaruret türünden maslahata binâen bir resmi taşı­makta ise ruhsat olsa gerek. Allah bilir en doğrusunu.

Öte yandan bazı kimseler günümüzde tasvirin ve heykeltraşlı-ğın dince yasak sayılmasına şaşabilirler. Ve çağımızda başka me­denî milletlerce de, bu iki şeyin üstün ve güçlü san'atlardan sayıldı­ğını söyleyebilirler.

Ama bu kimselerin şaşmasının sırrı, İslâm'ın bugünkü batı me-deniyetiyle özdeş olduğunu sanmalarmdandır. Öyle olunca, bu ba­sit görüntülerde ona ters düşmesini bir tenakuz olarak alıyor ve yorumlayamıyorlar. Halbuki îslâm bu görüntüleri bir san'at olarak almaz ve yasaklar. Çünkü îslâm yepyeni bir medeniyet dünyasına geçmek için büyük inkılâb yapmış, nev'i şahsına münhasır bir dün­ya görüşü ortaya koymuştur. Bugün medeniyet diye körükörüne bi­zi taklide zorladıkları anlayışla ittifak etmesi de düşünülemez. Ar­tık bize akli muhakeme ile bunun takdimi mümkün olmayınca, san'­at adı altında yutturmaya özenseler de, İslâm'ın san'at anlayışı da bambaşkadır. Ve bu yabancı düşüncelerin empozeye çalıştığı san'at mefhûmunun hiçbir değeri yoktur.

c) Kabe hizmeti: îmdi, Resûlullah'm Kabe'nin anahtarını Os­man bin Talha'ya vererek «Ebediyyen ve sonuna kadar sende kal­mak üzere - Abdüddâr ve Benî Şeybe'yi kastediyor - bu anahtarı al. Artık senden onu zâlimlerden başkası alamaz» buyurduğunu söy­lemiştik, îşte buna dayanarak ulemanın hepsi; kıyamete kadar Ka­be hizmetlerini o sülâleden almanın caiz olmadığı kanaatine var­mışlardır.

imam Nevevi, Kaadi tyâz'dan naklen şunu söylüyor: «Bu Resûlul-lah tarafından onlara verilmiş bir velayettir. Süreklidir ve ilâ niha-ye evlâddan evlâda geçer. Onlardan zorla bu vazife gasbedilemez. Ve bu işe ehil oldukları müddetçe de kimse iştirak bile edemez...» Ben de, bugün bUe bunun geçerli ve Resûlullah'ın vasiyyetinin ve emrinin ellerinde baki olduğu görüşündeyim.

d) Putların kırılması: Bu da muhakkak kif Allah'ın, Resulüne (s.a.v.) yardım ve büyük zaferle desteklemesinin açık görüntüsüdür. Çünkü O, bu Kabe çevresinde dizilmiş zavallı putlara asâsıyla do­kunurken şöyle diyordu: «Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Hak geldi, artık bâtıl gözükemez ve geri gelemez...»

Yine, îbn Ishâk ve ötekilerin rivâyet.ne göre; bütün bu putlar diplerinden kurşunla yere kaynatılıp, yıkılmaması sağlanmıştı. Hal­buki o, hangisine asâsıyla dokunsa, ya sırt ustune devriliyor, ya yüz­üstü kapanıyordu... Eh nasıl duşup kınlmasındı bunlar? O'na Al­lah öyle bir inkılâb nasib etmişti ki Kureyş'in en ceberut liderleri, O'nun önünde baş eğip teslim olmuş, bütün bir Mekke O'nun getir­diği dini kabullenmiş, O'nun Hak da'vetine icabet etmişti.

7- Resûlullah'ın fetih hutbesi üstüne düşünceler:

Şu an artık O, Mekke'nin sahibidir. Sekiz sene önce hicret et­tiği Mekke şehri. Topyekûn kendisine boyun eğip, risâlet ve hidâye­tine teslim olup inanmış bir halde. İşte onlar. O'na her türlü düşman­lığı gösteren ve her işkenceyi tattıran toplum. Şimdi O'nun etrafına toplanmış, saygı ve hayranlıkla, gönülleri buruk halde kendilerine neler söyliyeceğini beklemedeler.

O'na yakışan ise, herşeyden önce, kendisin; zafere erdiren, des­tekleyip va'dinde doğrulayan yüce Rabbine hamd ü sena ile söze başlamaktı. Ve öylece açtı hitabesini: «Lâ ilahe ülâllahü vahdehu lâ şerike leh». O birdir, ortaksızdır,. Allah va'dinde sadık oldu. Kulunu başarılı kıldı. Tek başına bütün kabileleri dize getirtti... Ve devam edecekti elbette, Kureyş ve öteki kavimler önünde, yeni (îslâmi) top­lumun ana ilkesini anlatmaya. Bu ilke Cenâb-ı Hakk'ın şu kavlinde parıldıyordu: «Ey insanlık! Sizi biz, bir dişi ve bir erkekten yarattık. Ama millet ve kabileler halinde üniteîendirdik. Böylece (aranızdaki müsbet yarışma ile) Allah (ölçüsüyle) indinde en şerefli ve en sami­miniz ortaya çıkıp tanınsın...»

Eh bunun yanında hemen; o köhne şirk düzenlerinden artakal-mış bayat gelenek ve âdetlerin de müslümanların ayaklan  altına gömüldüğünü söylemesi gerekliydi ve öyle yaptı. Baba ve dedele­riyle övünme; ırk, kabile ve milletle böbürlenme; dil, soy ve vücut yapısı ayırımıyla düşmanlık etmenin iptal edildiğini; tüm insanların Adem'den geldiğini ve Âdem'in de topraktan olduğunu ilân etti.

Ve o andan itibaren Kureyş câhiliyyeti dürülüp kaldırıldı. Bera­berinde tüm gelenek ve taklidleri de durulmuş oldu. Tabii arkada kalan mazinin derinliğine gömüldü. Böylece Kureyş bütün kirlerin­den yıkanıp, yürüyen kervana katılmış oluyordu. Çünkü bundan az ötedeki Tmluşma yeri, Kisrâ'nın sarayı ve Rum ülkesinin göbeği olacaktı. Mekke, bugünden itibaren bir yepyeni medeniyet ve ham­lenin doğuş yeri olacak; dünya, topyekûn insanlık oradan alacağı mutluluk elbisesini giyecekti, tşte böylece, o saatte gömüldü ayak­ların altına câhiliyye kalıntısı herşey, tüm renk ve çizgileriyle. Ve Kureyş, Resûlullah (s.a.v.) ile îslâm için sözleşti. Anlaştılar ki: Ne Arab'ın Acem'e, ne Acem'in Arab'a üstünlüğü yok; ancak takva ve dindeki ciddiyetle üstünlük edinilir. Yine tek üstünlüğün ve büyük­lüğün İslâm kılığıyla, övünme de sadece îslâm'ın ilkelerine tam bağ­lılıkla olabilir. Bunun için, Allah dünyanın güdümünü onlara teslim edip, dünya güdücülerini onlara boyun eğdirdi.

Şaşıyorum; kokuşmuş bu lâşe, ölüp gömüldükten sonra tekrar ondört asır sonunda nasıl hortlayıp çıkabiliyor[93].

8- Kadınların bey'atı ve ona dair ahkâm: Bazı hususları aşağıda özetliyelim :

a) Müslümanların topyekûn kalkınıp üstün bir millet olabil­mesi için; kadınların her sorumlulukta - ve tam bir eşitlikle - erkek­lere katılışını gösteriyor.

Bunun için de, halife veya müslümanlann hâkiminin; meşru ve mümkün olan her hususta, İslâm toplumu için uygulanacak karar­larda, onların da re'ylni ve güvencesini toplaması gerekiyor. Tıpkı erkeklerden söz aldığı 'gibi. Ve aralarında hiçbir ayırım gözetme­den. ..

Bu açıdan bakarsak, görürüz ki; müslüman kadın da dininin esas ve gereklerini öğrenmekle yükümlüdür. Tıpkı erkeğin öğren­diği gibi... Ve tabii; ilim, fikir, strateji cinsinden her türlü silâhla da kendine meşru ve mümkün olduğu derecede donanması, dini yıkmak için pusuda bekleyen düşmana karşı her tedbiri alması zaru­rîdir. Öyle ki, nefsine biçtiği ahid ve boynuna geçirdiği bey'at yü­künü ehliyetle taşıyabilsin...

Çünkü herkes kabul eder ki, cahil oldukça kadının bir sorum­luluk yüklenmesi, hele de çevresindeki yabancıların hiylelerüıe kar­şı uyanık olması mümkün değildir.

b) Kadınlarla,  Resûlullah   (s.a.v.)'ın yaptığı  bey'atın izahında gördüğünüz gibi onlarla sözleşme sadece söz olur, el tutuşma ya­pılamaz. Ama erkeklerle bey'at böyle değil tabii. Bu daha öteye uzanarak, yabancı olduğu bir kadının elini müslüman erkeğin tut­masının caiz olmadığım ortaya koyar. Ben bunun aksine hiçbir gö­rüşe de rastlamadım, hiçbir İslâm âlimine de... Olabilir ki, tıbbi za­ruretler, tedavi ve diş çekme gibi hallerde bir ruhsat tanınmıştır... Kadınlarla tokalaşmanın artık yaygınlaşıp âdet halini alması bazı­larının sandığı üzere, asla zaruret değildir...  Çünkü Kitab ya da Sünnetle sabit olmuş bir hüküm, örf ve âdetle değiştirilemez. An­cak, o hükmün kendisi örfe dayanarak oluşmuşsa bu olabilir. Çünkü öyle bir hüküm zaten, muayyen bir duruma bağlı ve onunla şart­lıdır. Burada ise öyle birşey söz konusu değil tabiî.

c) Yine, bey'at hadisinde gördük ki; kadının, yabancı erkekle­rin sesini duyması da mubahtır. Ama ihtiyaca bağlı olarak. Ve onla­rın sesleri de avret değildir. Bu cumhurla birlik Şafiî'nin görüşü­dür. Ama Hanefilerden bazısı, kadının sesinin de avret olduğu gö­rüşündedir. Onlar da bu hususta, yine kadınlardan bey'at alınışını bildiren hadîse ve öbür birçok hadise dayanıyorlar[94].

9- Mekke savagla mı, sulhla mı fethedildi?

Bu konud« ulemanın ihtilâfı vardır. Şafii, Ahmed ve bazıları, sulhen alind-gı £»röş.undedir. Kureyş'in bu anlaşmadaki murahha­sı olarak da Ebû bufyân'ı görürler. Anlaşmanın şartı ise: «Kim evi­ne kapanırsa emindir. Kim İslâm'a dönerse emindir. Kim Ebû Süf-yân'ın evine sığınırsa emindir!.. Sadece kanı heder edilen altı kişi hariç.»

Ebû Hanife ile Mâlik ise; zorla alındığı görüşündedir. Delil ola­rak ise müslümanların Mekke'ye giriş tarzını gösterirler. Çünkü müs-lümanlar harb nizamında ve hepsi de silâhlıydı. Gerçi bütün ulema, orada ganimet alınmadığı ve kimsenin de esir edilmediği üze­rinde ittifak ediyor. Sulh yoluyla fethedildi diyenlerin gösterdiği se-beb açık. Harb yoluyla alındığına kani olanlar ise; Resûlullah (s.a. v.)'ın orada ganimet ve esiri menetmesi ayrı bir durumdur. Mekke şehrini öbürlerinden ayıran bir imtiyazdır. Çünkü orası, Rabbin Ha-rem'i, Hakk'a kulluk ve din ahkâmının (haccını) uygulanma mahalli­dir. Ve sanki, bütün dünyaya karşı Cenâb-ı Hakk'ın vakfıdır. Bu­nun için de, Ebû Hanîfe dahil bazı ulema; Mekke arazisinin satılama­yacağı,  başkasına  devredilemeyeceği  kanaatine  varmışlardır[95].

Mekke-i Mükerreme'nin Büyük Fethi'nln bize gösterdiği ahkâm ve derslerden bir kısmını böyle özetlemiş olduk. Elimizden gelen bu idi. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. [96]



1455 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın