HZ.ADEM KISSASIHZ.ADEM KISSASI Şimdi sizleri, insanlığın ilk kıssası ve bu kıssanın gerisindeki köklü duygularla bir süre için başbaşa bırakıyoruz: Şu anda biz "Mele-i alâ'nın", ruhlar aleminin yüce alanındayız. Basiretimizin gözlerini yüce doruklardan sızan parıltılara dikmiş, insanlığın ilk kıssasını dinliyor, bu kıssanın filmini seyrediyoruz:
30- Hani Rabb'in, meleklere "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. - Melekler "Ya Rabbi sen yeryüzünde kargaşalık çıkaracak, kantar dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor, takdis ediyoruz" dediler. Allah meleklere "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim' dedi. Demek ki, Allah'ın yüce iradesi şu yeryüzünün dizginlerini kâinatın bu yeni varlığına teslim etmek, burayı onun eline vermek istiyor. Yani yüce Allah yaratıp, düzene koyduğu şu yeryüzüne kendi temsilcisi sıfatıyla gönderdiği insana; buradaki varlıklardan yararlanma, onların özelliklerini tanıyıp araştırma, onları değiştirme, gizli olan yönlerini bulup açığa çıkarma, çeşitli yeraltı kaynaklarını bulup günsüzüne çıkarma ve bütün bunları yaparken de Allah'ın halifeliği gibi son derece ağır bir görevi yerine getirirken yeryüzünün bütün imkânlarını onun hizmetine sunma kararındadır. Yine demek ki yüce Allah kendi dileğini gerçekleştirme görevi verdiği ve "insan" ünvanına layık gördüğü bu yeni varlığı, yaşamı boyunca karşı karşıya geleceği yeryüzünün çeşitli güç kaynaklarına (enerji, hammadde-doğa kanunları vs.) denk gelecek, onlarla baş edebilecek derecede gizli güçlerle donatmıştır. Buna göre, yeryüzüne ve evrenin tümüne hükmeden temel kanunlarla, bu yeni varlığa, onun çeşitli güç kaynakları ve enerjilerine hükmeden temel kanunlar arasında sıkı bir uyum, ahenkli bir birlik vardır. Böyle olduğundan dolayıdır ki, bu iki kanun arasında, herhangi bir çatışma olmamakta ve insan enerjisi şu koca kâinat kayasına çarpıp paramparça olmaktan kurtulmaktadır. O halde şu uçsuz-bucaksız yeryüzündeki varlık düzeni içinde sözünü ettiğimiz insanın mevkii, rolü son derece önemlidir ve bu onurlu statüyü onun için, kerem sahibi olan yaratıcısı dilemiş, uygun görmüştür. Yüce Allah'ın "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" ilahî buyruğunu, yeryüzünde halife olarak bulunan insanoğlunun bugün gerçekleştirdiği büyük işlerin ışığında gören bir göz ve idrak eden bir kalple değerlendirdiğimiz zaman bütün bunların ilahî iradenin sadece bir kısmı olduğunu görebiliriz. 30/b- Melekler "Ya Rabbi sen yeryüzünde kargaşalık çıkaracak, kantar dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor, takdis ediyoruz" dediler. Meleklerin bu sözleri bize şunları düşündürüyor. Melekler ya sezgilerine ya yeryüzünde yaşanmış eski tecrübelere veya basiretlerinin sağladığı ilhama dayanarak "insan" adı verilen bu yeni varlığın yaratılışı veya yeryüzünde geçireceği hayat hakkında bazı bilgi kırıntılarına sahiptiler ve bu bilgi kırıntılarına dayanarak insanoğlunun yeryüzünde kargaşa çıkaracağını ve kan dökeceğini öngörüyor, ya da bekliyorlardı. Bunun yanında onların, salt iyilikten ve yaygın barıştan başka hiçbir şey düşünmeyen masum meleklik yapılarının normal bir gereği olarak, Allah'ı överek tesbih etmeyi; O'nu her türlü noksanlıklardan tenzih etmeyi varlıkların tek gayesi, yaratılışın biricik gerekçesi saydıkları ve bu amacı da kendi varlıkları ile gerçekleşmiş gördükleri anlaşılıyor. Öyle ya onlar, Allah'ı överek-kendisine hamdediyor, O'nu her türlü noksanlıktan tenzih ediyor, hep O'na ibadet ediyor, bu ibadetten bir an bile geri durmuyorlardı. Fakat melekler, yüce Allah'ın yeryüzündeki bu halifesi eli ile dünyayı inşa ve imar etme, oradaki hayatı geliştirip çeşitlendirme dileğinin hikmetinden habersizdiler. Bu konuda hiçbir bilgileri yoktu. Kimi zaman kargaşa çıkaracak ve kimi zaman da kan dökecek olan insan, görünürdeki bu kısmi kötülüklerin yanında onlardan daha büyük ve geniş kapsamlı iyilikler yapacaktı. Sürekli gelişme, kesintisiz ilerleme, yapıcı sonuçlara ulaştıran yıkıcı hareket, ısrarlı girişim, aralıksız araştırmacılık, bu dünyayı azimle değiştirme ve daha iyi düzeye çıkarma çabası onun eli ile gerçekleşecek iyiliklerdi. Bunun üzerine her şeyi bilen ve her şeyin akıbetinden haberdar olan yüce Allah kararını meleklere bildirdi:
31- Allah, Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra bütün nesneleri meleklere göstererek, "Haydi, eğer davanızda haklı iseniz, bunların isimlerini bana söyleyin " dedi. 32- Melekler "Ya Rabbi, sen yücesin, bizim senin bize öğrettiklerin dışında hiçbir bilgimiz yoktur, hiç şüphesiz sen herşeyi bilirsin ve her yaptığın yerindedir" dediler. 33- Allah, Adem'e "Ey Adem, bunlara o nesnelerin adlarını bildir" dedi. Adem, meleklere bütün nesnelerin isimlerini bildirince Allah, onlara "Ben size, `göklerin ve yerin bütün gizliliklerini, ayrıca sizin bütün açığa vurduklarınız ve içinizde sakladıklarınızı bilirim' dememiş miydim?" dedi. Şu anda biz basiretimizin gözlerini yüce doruklardan sızan parıltılara dikmiş, "Mele-i Alâ'da", ruhlar aleminde meleklerin gördüklerini görüyoruz: Şu anda biz, yüce Allah'ın insan denen bu varlığa yeryüzü halifeliği görevini teslim ederken kendisine sunduğu sırrın bir bölümünü görüyoruz. Nesnelere isimler verme yolu ile onları sembolize etme gücünün sırrını, şahısları ve nesneleri isimlendirme yeteneğinin sırrını... O isimler ki, dille ifade edilen birtakım kelimeleri şahısların ve somut nesnelerin sembolleri, simgeleri haline getiriyor. Bu işlem, insanın yeryüzündeki hayatı açısından çok önemli bir güçtür. Bu gücün olağanüstü önemini kavrayabilmek için, insanın nesnelere isim takma yeteneğinden yoksun bırakıldığını varsayalım: İnsanlar, herhangi bir nesne hakkında aralarında anlaşma sağlayabilmek için, mutlaka o nesnenin karşılarında bulunması gerekecek. Bunun sonucunda karşılaşılacak büyük güçlüklerin, anlaşma ve ortak yaşamı ne kadar zorlaştıracağını düşünmek bile ürküntü veriyor insana. Mesela, iki insan bir hurma ağacı hakkında konuşmak istediklerinde bu anlaşmayı sağlamanın tek yolu o hurma ağacını yanlarına getirmek ya da onun yanına gitmek olurdu. Ya da sözkonusu olan şey bir dağ ise bu konuda birbiriyle konuşmak isteyenlerin o dağın yanına gitmekten başka çaresi kalmazdı. Yahut, bir insan hakkında ortak anlayışa varabilmek için o insanı diyalog yerine getirtmekten başka bir yol kalmazdı onlar için. Bu durum ise hayatı yaşanmaz kılacak korkunç bir zorluk oluştururdu. Başka bir deyimle eğer Allah insan denen bu varlığa nesneleri isimlerle sembolize etme yeteneğini bağışlamamış olsaydı, yeryüzündeki hayat gelişemez, son derece ilkel düzeyde kalırdı. Meleklere gelince onların böyle bir yeteneğe ihtiyaçları yoktu. Çünkü görevleri, böyle bir yeteneği gerektirmiyordu. Bu yüzden de onlara böyle bir güç verilmemişti. Yüce Allah bu sırrı Hz. Adem'e öğrettikten sonra meleklerin karşısına bir takım nesneleri getirince onlar bu nesnelerin isimlerini bilemediler. Nesnelere ve şahıslara sözlü semboller takma işlemini nasıl yapacaklarını öğrenmemişlerdi çünkü. Bu yetersizlikleri ortaya çıkınca yüce Allah'ı her türlü noksanlıktan tenzih ederek ve yalnız Allah'ın bildirdiğinden ibaret olan bilgilerinin sınırlı olduğunu ikrar ederek acizliklerini açıkça itiraf ettiler. Oysa Hz. Adem önüne gelen nesnelerin isimlerini söyleyebildi. Bunun hemen arkasından melekleri, yüce Allah'ın her şeyi iyi bildiğini ve her yaptığının yerinde olduğunu iyice kavramaya çağıran şu ilâhî cevapla karşılaşıyoruz: "Allah meleklere "Ben size dememiş miydim ki, ben göklerin ve yerin bütün gizliliklerini, ayrıca sizin bütün açığa vurduklarınız ile içinizde sakladıklarınızı bilirim" dedi."
34/a- Hani biz meleklere `Adem'e secde ediniz " dedik de hemen secde ettiler. Yalnız iblis kaçındı, kendini büyük gördü ve kâfirlerden oldu. Yeryüzünde kargaşa çıkaracak ve kan dökecek olan, bununla birlikte kendisine, onu meleklerden daha üst düzeye çıkarıcı sırlar sunulan bu yeni varlık için, bu lütuf son derece onurlandırıcı bir durum. Ona bilgi sırrı yanında, gideceği yolu kendi isteğiyle seçmesini mümkün kılan bağımsız irade sırrı da verildi. Ayrıca o, karşısına çıkacak yol ayrımlarında iradesini bu yollardan biri üzerine yoğunlaştırmasına imkân veren çift yönlü, esnek bir karaktere sahip olduğu gibi şahsî çabası ile Allah'ı bulabilecek, Allah'ın varlığını kavrayabilecek yetenek de verilmiştir kendisine. Bütün bunlar insanı onurlu kılan sırlardan sadece bir kısmıdır. Melekler, Allah'ın yüce emrine uyarak Hz. Adem'e secde ettiler. Ama: 34/b- Yalnız iblis kaçındı, kendini büyük gördü ve kâfirlerden oldu. Burada kötü tiynetin ne olduğu somut biçimde ortaya çıkıyor: Yüce Allah'ın emrine karşı gelmek... Üstün olanın üstünlüğünü onaylamaya yanaşmamak... Günahı üstünlük taslama aracı haline getirmek ve bile bile gerçeğe gözünü kapamak... Bu ayetten anladığımıza göre İblis, bir melek değildi, sadece onlarla birlikte yaşıyordu. Eğer meleklerden biri olsaydı, yüce Allah'ın bu emrine karşı gelmezdi. Çünkü başta gelen özellikleri, onların "Allah tarafından kendilerine verilen emirlere karşı gelmemeleri, verilen emirleri yapmaları"dır.(Tahrim Suresi, 6) Ayetteki "istisna" ifadesi, İblis'in meleklerden olmasını kanıtlamaz. Onun onlarla birarada yaşaması bu istisnayı mümkün kılar. Meselâ "Falancaoğulları geldi, Ahmed hariç" cümlesinde Ahmed'in sözkonusu "Falancaoğulları"ndan değil de onların sadece bir yakını olmasının mümkün oluşu gibi. Kur'an'ın belirttiğine göre İblis, Cinn'lerdendir. Allah cinleri "Koyu ateşin dumanından yaratmıştır.(Rahman Suresi, 15)·Bu açıklama, şeytan'ın meleklerden olmadığının kesin bir delilidir. İşte şimdi gözlerimizin önünde hiç bitmeyecek bir savaş alanı beliriyor. İblis tarafından temsil etilen kötülük tiyneti ile Allah'ın yeryüzündeki halifesi arasındaki savaş... Alanı insan vicdanı olan sürekli bir savaş. İnsanın iradesine sarılması, Rabbine vermiş olduğu söze bağlı kalması oranında iyiliğin galip geleceği, buna karşılık ihtiraslarına boyun eğerek Rabbinden uzak düşmesi oranında kötülüğün üstünlük kazanacağı savaş. Ayetleri okumaya devam ediyoruz:
35- Dedik ki; "Ey Adem, sen ve eşin Cennet e yerleşiniz, oranın yiyeceklerinden istediğinizi bolbol yiyiniz, fakat şu ağaca yanaşmayınız, yoksa zalimlerden olursunuz. " Onlara bütün Cennet nimetleri serbest bırakıldı; yalnız bir ağaç hariç. Tek bir ağaç. Bu ağaç belki de insanın yeryüzündeki hayatında mutlaka yer alacak olan "yasak" kavramını sembolize eder. Çünkü yasak kavramı olmaksızın irade ortaya çıkmaz; irade sahibi insanla, güdülen hayvan birbirinden ayırd edilemez. İnsanın ahdine bağlı kalıp kalmadığı, kendisine koşulan şartlara uyup uymadığı deneyden geçirilemez. Demek ki, irade, yolayrımı noktasıdır ve iradesiz bir teslimiyetle verilen emirlere uyanlar, dışardan insan kılığında görünseler de aslında hayvanlar aleminin birer parçasıdırlar.
36/a- Fakat Şeytan onların ayaklarını oradan kaydırarak, kendilerini içinde bulundukları nimet yurdundan çıkardı. Biz de dedik ki; "Birbirinize düşman olarak oradan aşağı inin. Yeryüzü belirli bir süreye kadar size barınak ve geçim yeri olacaktır." Buradaki "ayaklarını kaydırdı" deyimi dile getirdiği eylemi gözlerimizin önünde tablolaştıran ne kadar canlı bir ifade! İnsan bu ifadeyi okurken, Hz. Adem ile eşinin Cennet'ten Şeytan tarafından sürüklenerek çıkarıldığını, ayaklarının itilerek boşluğa düşürüldüklerini görür gibi oluyor. İşte o anda imtihan sonuçlandı; Hz. Adem verdiği sözü unutarak uğradığı kışkırtma karşısında zayıf düştü. Böylece de yüce Allah'ın sözü gerçekleşmiş ve takdiri meydana çıkmış oldu. 36/b- Biz de dedik ki; "Birbirinize düşman olarak oradan aşağı inin. Yeryüzü belirli bir süreye kadar size barınak ve geçim yeri olacaktır." Yüce Allah'ın bu buyruğu, belirlenmiş bir alan içerisinde Şeytan ile insan arasında kıyamete kadar sürecek olan savaşın başlangıcını ilan etmektedir. Hz. Adem ruhuna yerleştirilen fıtrat sayesinde hatasını anladı ve yuvarlandığı yerden doğruldu. Her başvurma ve sığınma anında sürekli olarak imdadına yetişecek olan Allah'ın rahmeti' kendisine yetişerek elinden tuttu.
37- Derken Adem, Rabbinden bir takım kelimeler belleyerek aldı da Rabbi onu affetti. Hiç şüphesiz O, tevbelerin kabul edicisidir ve merhametlidir. Ardından, yüce Allah'ın Hz. Adem ve onun soyundan gelenlerle yaptığı sözleşme, insanın yeryüzünde Allah'ın temsilcisi olacağına ve bunu kıyamete kadar bozmayacağına dair yapılan sözleşmeye geliyor sıra.
38- Dedik ki; "Hepiniz oradan aşağı inin. Tarafımdan size bir yol gösterici geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur ve onlar artık hiç üzülmezler." 39- Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayanlar ise orada ebedi olarak kalıcı olmak üzere Cehennem'liktirler. Böylece bu köklü ve sürekli savaş, kendi alanına intikal etti ve ok yaydan çıktı. Artık bir an bile ne duracak ve ne de yavaşlayacak bir savaş... Ayrıca insanoğlu, soyunun başlangıç sabahının bu alaca karanlığında, eğer bu savaşı kazanmak istiyorsa nasıl kazanacağını ve eğer yenik düşmeyi seçerse nasıl yenik düşeceğini de öğrenmiş oldu. Şimdi bu kıssanın, yani insanlığın ilk kıssasının tekrar baş tarafına dönmemiz gerekiyor. Yüce Allah meleklere "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" dediğine göre demek ki, Hz. Adem daha ilk andan itibaren bu yeryüzü için; burada yaşamak üzere yaratılmıştı. O halde sözkonusu yasak ağaç nerede idi? Hz. Adem'in bu imtihan edilme olayı nerede meydana geldi? Hz. Adem zaten ilk andan itibaren bu yeryüzünde yaşamak üzere yaratıldığına göre buraya nereden indirildi? Anladığım kadarıyla bu tecrübe, sözkonusu yeryüzü halifesi için bir eğitim ve hazırlık yapısında saklı duran potansiyel güçler için bir uyarma metodudur. Yine bu, kışkırtmalara kapılma, bunların akıbetini tatma, sonra pişmanlık duyma, düşmanı tanıma ve arkasından güvenli bir limana sığınma talimidir. Yasak ağaç kıssası, Şeytan'ın körüklediği bundan tatma vesvesesi, verilmiş sözü unutarak günah işlemek, geçici bir sarhoşluktan sonra ayılarak pişman olmak ve Allah'dan af dilemek... Bütün bunlar insanoğlunun sık sık tekrarlanacak sürekli deney ve imtihan zincirinin halkalarıdır. Yüce Allah'ın. rahmeti bu yeni varlığın, ilerde sık sık karşılaşacağı benzer olaylar karşısında böyle bir tecrübe ile donanmış, içine atılacağı yorucu savaşa hazırlanmış, bu savaşın karakteri ve akıbeti hakkında uygulamalı bir şekilde ders almış ve uyarılmış olarak halifelik misyonunun karargâhına, görev yerine inmesini gerekli görmüştür. Şimdi tekrar geriye dönelim. Bu olay nerede olmuştu? Hz. Adem ile eşinin bir süre yaşadıkları Cennet neresi idi? Melekler kimlerdi? İblis kimdi? Yüce Allah onlar ile nasıl konuştu? Onlar Allah'a nasıl cevap verdiler? Bu ve bunun gibi daha başka Kur'an ayetlerinde, insanların merak ettiği, ancak bilip-bilmemelerinin kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağı ve bilmelerinin de imkansız olduğu sırları (gayb) Allah kendi katında tutmakta, insanların da bu tür sorularla uğraşmasını istememektedir. Bu yüzden Allah yeryüzünde çeşitli bilgiler ve bilgi edinme yetenekleri ile donattığı insanı, gizli sırları (gayb) öğrenebileceği yeteneklerden mahrum bırakmış ona bu gücü vermemiştir. Yüce Allah, bilmesinde kendisi için faydalar olan tabiat kanunlarının içyüzünü insanın bilgisine açarken, kendisine yararı olmayan gayb sırlarının bilgisini de ona kapalı tuttu. Meselâ insan, evrenin sırları ile ilgili olarak önüne açılan azımsanmayacak orandaki bilgi birikimine rağmen yaşadığı anın ötesinden halâ kesinlikle habersizdir. Başka bir deyimle eli altındaki bilgi edinme araçlarının hiçbiri ile bir saniye sonra başına neler geleceğini bilememektedir. Acaba şu anda ciğerlerinden dışarıya verdiği nefes tekrar geri dönecek mi, yoksa onun son nefesi mi olacak? İşte bu, bilgisi insana kapalı tutulan gaybi olayların bir örneğidir. Çünkü bu mesele hakkında bilgilenmek halifeliğin gerekleri arasında değildir. Tersine bu sorunun cevabının bilinebilmesi insanın yolu üzerinde bir engel oluşturabilirdi. Bilgisi insana kapalı tutulan ve gayb aleminin karanlık dehlizlerinde saklı kalan bunun gibi daha nice sırlar var ki, bunları yüce Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Bundan dolayı insan aklının bu tür meselelere dalması doğru değildir. Çünkü insan, bu tür meselelerin özüne vakıf olacak bir bilgi edinme aracına sahip değildir. Bu uğurda harcanacak bütün çabalar boş, anlamsız, verimsiz ve yararsız kalmaya mahkûmdur. Ayrıca sözkonusu gayb aleminin bilgisi insan aklına kapalı tutulduğuna göre bu düğümü çözmenin yolu bilgiçlik taslayarak gayb alemini inkâr etmek değildir. Çünkü bir şeyi inkâr etmek için de o şeyi bilmek gerekir. Oysa bu alanın bilgisi, aklın temel yapısı ile bağdaşmaz, onun bilgi edinme araçlarının kapasitesi dışında kalır. Üstelik bu bilgi türü, insanın sözünü ettiğimiz görevini yerine getirmesi için vazgeçilmez bir ihtiyaç da değildir. Gerçi saplantılara ve hurafelere teslim olmak son derece zararlı ve tehlikelidir, ama bundan daha zararlı ve tehlikeli olanı, sırf onu kavra yamıyoruz diye "bilinmeyen"i inkâr etmek, yok saymak, gayb aleminin varlığını reddetmektir. Böyle bir tutum, sırf duyu organlarının somut algıları içinde yaşayan, bu algıların surlarını aşarak varlığın engin genişliğine açılamayan hayvanlık alemine geri dönmek olur. O halde bu ayetlerde karşımıza çıkan bilinmezleri sahibine bırakalım. Burada bize, dünyadaki hayatımızı, vicdanımızı ve geçimimizi geliştirecek, iyiye götürecek oranda bilgi verilmiştir; bu kadarı bizim için yeterlidir. Biz bu kıssanın işaret ettiği evren ve insanla ilgili gerçekleri, varlık bütünü ve ilişkileri ile ilgili bakış açısını, insanın yapısı, değeri ve ölçüleri ile ilgili telkinleri algılamaya bakalım. İnsanlık için en yararlı ve doğruya ulaştıran tek yol budur O halde şimdi bu telkinleri, bakış açılarını ve gerçekleri elimizdeki bu tefsir kitabının hacmine uygun düşecek bir şekilde kısaca özetlemeye çalışalım: Hz. Adem kıssasının en bariz telkini -Burada da belirttiğimiz gibi- İslâm düşünce sisteminin insana, insanın dünya üzerindeki rolüne, onun varlık düzeni içindeki yerine, ona kıymet biçen değer ölçülerine verdiği olağanüstü önemdir. Bu kıssa, ayrıca insanın Allah ile yaptığı sözleşme (ahid) gerçeğini, halifelik görevine dayanak oluşturan bu ahdin mahiyetini de vurgulamakta, zihinlere işlemek istemektedir. İslâm düşünce sisteminin insana vermiş olduğu bu olağanüstü değer, yüce Allah'ın "Mele-i Alâ'da" (yüce ruhlar aleminde) onun yeryüzünde halife olsun diye yaratıldığını ilân eden, ulvî açıklamasında bariz biçimde ortaya çıkar. Ayrıca meleklere, Hz. Adem'e secde etmeleri için emredilmesi, kendini üstün görerek bu emre uymaktan kaçınan İblis'in kovulması, ve baştan sona kadar Allah'ın insanı koruması altında bulundurması, bu olağanüstü değer verişin diğer belirgin delilidir. İnsana dönük bu bakış açısından çok önemli bir takım teorik ve pratik sonuçlara ulaşılır. Bu sonuçların birincisi şudur: İnsan, yeryüzünün efendisidir. Yukardaki ayetlerin birinde vurgulandığı gibi, dünyadaki herşey insan için yaratıldı. İnsan dünyadaki bütün maddî varlıklardan ve maddî değerlerden daha üstün, daha onurlu ve daha pahalıdır. Buna göre; hiçbir maddî varlığı, hiçbir maddî değeri el üstünde tutmak uğruna insanı köleleştirmek ya da küçük düşürmek caiz değildir; hiçbir maddî kazanç elde etmek uğruna; hiçbir maddî üretim endişesi ile; hiçbir maddî unsuru çoğaltmak gayesi ile insan onurunu perçinleyen ilkelerden herhangi birini çiğnemek caiz değildir. Bütün bu madde kaynaklı nesneler, ürünler ve değerler insan için, insanın insanlığına gerçeklik kazandırmak için, insan olarak varoluşunu perçinlemek için yaratılmış veya üretilmiştir. Buna göre, bunların pahası, bedeli, insanın insanî değerlerinden birini ortadan kaldırmak ya da onun onurluluğunu sağlayan dayanaklardan birini eksik bırakmak değildir. Bu önemli sonuçların ikincisini de şöyle özetleyebiliriz: İnsan, yeryüzünde birinci derecede rol ve misyon sahibidir. Yeryüzündeki hayat biçimlerini değiştirip başkalaştıran, toplumların gelişme doğrultuları ve aşamalarına yön veren insandır. Yoksa, insanın rolünü küçümseyip önemsizleştirdikleri oranda teknolojik araç ve gereçlerin rolünü büyütüp göklere çıkaran maddeci düşünce akımlarının ileri sürdüğü gibi, ne üretim ve ne de dağıtım araçları, insanı iradesiz ve bağımlı bir tutsak gibi peşlerinden sürükleyemez. Kur'an-ı Kerim'in bakış açısına göre insan; yeryüzü halifesi olması sıfatı ile evrenin düzeni içinde amaç konumuna sahip önemli ve belirleyici bir faktördür. İnsanın yeryüzü halifeliği göklerle, rüzgârlarla, yağmurlarla, güneşlerle ve yıldızlarla arasında bulunan değişik ilişkilere dayanır. Bütün bu saydıklarımızın gerek tasarımlarında gerekse geometrik biçim ve eylemlerinde, yeryüzünde hayatın varolabilmesi, şu insanoğlunun halifelik görevini yerine getirebilmesi amacı gözetilmiştir. Şimdi düşünelim; İnsanı amaç konumuna yükselten bu yüce mevki nerede, maddeci düşünce akımlarının onun için belirledikleri ve asla aşılmasına izin vermek istemedikleri basit ve küçük düşürücü rol nerede? İkisi arasında dağlar kadar fark var. Kuşku yok ki İslâm'ın dünya görüşü doğrultusunda kurulacak bir toplumsal düzendeki insanın konumuyla maddeci dünya görüşlerinin hâkim olduğu bir düzende yaşayan insanın konumu farklı olacaktır. Bu iki ayrı düzende insan hakları anlayışı farklı olacak, insan onuruna verilen değer bir olmayacaktır. Günümüzün maddeci dünyasında gördüğümüz insan özgürlüklerinin, dokunulmazlıklarının ve temel haklarının daha çok, maddî üretim uğruna çiğnenmesi eğilimi, bu ideolojinin insana ve insanın yeryüzündeki rolüne bakış açısının doğal bir sonucundan başka bir şey değildir. Bütün bunların yanında İslâm'ın insanla ve insanın yeryüzündeki fonksiyonu ile ilgili yüce bakış açısı sayesinde, ahlâklı, inançlı, erdemli, yapıcı ve inançlarına samimi bir şekilde bağlı olan insanlar bu düzende saygın bir yer kazanır, aşağılanmazlar. Çünkü insanın yeryüzü halifeliği ile ilgili ahit, bu temel değerlere dayanır. Nitekim yüce Allah incelemekte olduğumuz ayetlerin birinde şöyle buyuruyor: "Tarafımızdan size bir yol gösterici geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur ve onlar artık hiç üzülmeyeceklerdir." Çünkü bu manevi değerler bütün maddî değerlerden daha üstün ve daha saygındır. Gerçi sözkonusu maddî değerleri pratik hayatta gerçekleştirmek de bu halifelik kavramının ayrılmaz bir parçasıdır, ama bunları gerçekleştirme özlemi temel amaç haline gelmemeli ve o yüce değerlerin alanını ve önemini daraltmamalıdır. Bu bakış açısı dünya hayatında insan kalbini temizliğe, yüceliğe ve arılığa yöneltmeye ağırlık verir. Oysa maddeci ideolojiler, daha fazla üretim, kaliteli eşya ve hayvanca midelerini doyurma endişeleri uğruna bütün manevî değerleri alaya alırlar ve bütün ahlâkî değerleri çiğnerler. Ayrıca İslâm düşüncesi insan iradesine de saygın bir yer verir. Sebebi ise gerek insan ile Allah arasındaki ahdin, gerekse yükümlülüğün ve cezanın dayanağı insan iradesidir. İnsan iradesine hakim olmak, ihtiraslarına boyun eğmemek ve karşılaştığı kışkırtmalara kapılmamak suretiyle yüce Allah ile arasındaki ahde bağlı kalarak meleklerin düzeyine yükselebilir. Buna karşılık, ihtiraslarını iradesinden ve karşılaştığı olumsuz kışkırtmaları hidayet ışığından üstün tutarak, kendisini Allah'a bağlayan ahitnameyi unutma sonucu sahip olduğu yüceliklerden aşağı yuvarlanarak özünü bahtsızlığa mahkûm etmek de elindedir. İslâm'ın bu irade anlayışı Allah'ın insana bağışladığı bir çok ikramına ek olarak sunduğu bir başka ikramın da göstergesidir. Ayrıca bu görüş açısı mutlulukla bedbahtlığın, saygınlıkla alçaklığın, irade sahibi insanla güdülen hayvanın arasındaki yol ayrımını sürekli biçimde hatırlatıcı bir nitelik taşır. Hz. Adem kıssasında Şeytan ile insan arasındaki savaş (düşmanlık) anlatılırken, geçen bazı olayların yorumu bize bu savaşın mahiyeti hakkında uyarıcı fikirler veriyor. Çünkü bu savaş Allah'a verilen sözle Şeytan'ın kışkırtmaları, iman ile küfür, hakk ile batıl, hidayetle sapıklık arasında süren kesintisiz savaştır. Bu savaşın alanı, insanın kendisi olduğu gibi kazanacak ya da kaybedecek olan da yine kendisidir. Bu yüzden insan sürekli bir biçimde uyanık olmak zorundadır; tıpkı bir savaş alanındaki asker gibi. Zira bu savaşta ya galip gelip ganimet kazanacak ya da yenilip her şeyini kaybedecek. Kur'an'ın insandan istediği de zaten şeytanla yaptığı savaşta uyanık olmasından başka bir şey değil. Son olarak İslâm'ın günah ve tevbe ile ilgili görüşü gündeme gelir. Bu görüşe göre günah da tevbe de ferdidir. Bu düşünce son derece yalın ve açıktır. Hiçbir karmaşık ve belirsiz yanı yoktur. Hıristiyan kilisesinin ileri sürdüğü gibi ortada ne insanın alnına doğumundan önce yazılmış bir günah ve ne de ilâhî bir kefaret (bu günahdan arındırma) işlemi vardır. Bilindiği gibi Hıristiyan kilisesinin görüşüne göre Hz. İsa -Onlara göre haşa Allah'ın oğlu!- insanlığı, ataları Hz. Adem'in işlemiş olduğu günahın lekesinden arındırmak için kendini çarmıha gererek feda etmişti. Asla böyle birşey yoktur! Hz. Adem'in günahı şahsî bir günah olduğu gibi ondan kurtuluşu da dolaysız, sade ve basit bir tevbe ile gerçekleşmiştir. Burada rahatlatıcı ve belirgin bir görüşle karşı karşıya kalıyoruz. Herkesin işlediği günahın sorumluluğu kendisine, buna karşın ümitsizliğe kapılmadan sabırla didinip çalışanın kazancıda kendisine aittir. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: "Hiç şüphesiz Allah tevbelerin kabul edicisidir ve merhametlidir" (Hucurat suresi, 12) Bu söylediklerimiz, Hz. Adem kıssasının bize telkin ettiği düşüncelerin başlıcalarıdır. Bu kitapta bu kadarı ile yetiniyoruz. Sırf bu telkinler bize sosyal bir düzenin ihtiyaç duyduğu doğru düşünce, olgun sezgi gücü, ahlâk, iyilik ve fazilet gibi değerleri hakim kılar toplumda. İslâm düşüncesinin temel ilkelerini zihinlere yerleştirirken ve bu düşüncenin değer yargılarını açıklarken Kur'ana Kerim'de örnek olarak sunulan tarihi olayların ne kadar büyük öneme sahip olduğu yukardaki anlatılanlardan rahatlıkla anlaşılabilir. Bu değer yargıları yüce Allah'tan kaynaklanan, yönleri yüce Allah'a dönük bulunan ve en sonunda O'na varmayı amaç edinen bir aleme yakışan değer yargılarıdır. Bu alemde yeryüzü halifeliği, yüce Allah'ı hidayet kaynağı bilmeye, O'nun önerdiği hayat tarzına bağlı kalmaya dayanır. Bu alemde karşımıza çıkan yolayırımı, insanın ya Allah'tan gelen direktifleri dinleyip onlara itaat etmesi veya Şeytan'ın kışkırtmalarına kulak verip onlara kapılmasıdır; ortada bir üçüncü yol yoktur. Ya Allah ya Şeytan.. Ya hidayet ya sapıklık... Ya hakk ya batıl... Ya kurtuluş ve başarı ya da hüsran ve bedbahtlık. Aslında Kur'an-ı Kerim'in tüm ayetleri ile bize anlatmak istediği gerçek budur. Çünkü bu gerçek insanla ilgili diğer bütün düşünce ve gelişmelerin temel dayanağını oluşturur. |
4853 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |