• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/ali.gulhan.58
  • https://www.twitter.com/ali69gulhan
ali gulhan

Hudeybîye Anlaşması

Hudeybîye Anlaşması

 

Tarihi: Hicretin altıncı senesi sonu, Zilka'de ayındaydı.

Sebebi: Resülullah (s.a.v.)'ın umre niyyetiyle Mekke'ye gidece­ğini, müslümanlara ilân etmesidir. Bunun üzerine Ensâr ve Muha­cirden bindörtyüzü aşan bir kalabalık O'na iştirak etti. Resülullah (s.a.v.î yolda umre niyyetiyle ihrama girdi. Yanma kurbanlık da almıştı. Bununla da, niyyetinin harb değil, sırf Beytullah'ı ziyaret ve ona ta'zimden ibaret olduğunu göstermiş oluyordu. O, Zulhuleyfe1-de iken, Mekkelilerin durumunu anlayıp gelmesi için Huzâa kabilesin­den Bişr bin Süfyân'ı gözcü olarak çıkarmıştı.

Resülullah (s.a.v.) kafileyle ilerledi ve Eştat» gölüne ulaştı. Ve ona şu haber verildi: Kureyş sana karşı büyük bir kalabalık topla­mış. Sana karşı Ehâbişlerle de[1] anlaşmışlar. Sana karşı savaşarak seni, Kabe'yi ziyaretten men etmek emelindedirler. Bunun üzerine Resülullah: «Ne dersiniz, cemaat?» diye sordu. Hz. Ebû B^kir (r. a.) : «Yâ Resûlâllah! Sen Beyt-i Haram'ı ziyaret için çıktın. Kim­seye saldırmak, kimseyi öldürmek niyyetin yok. O halde Kâbe'ys yönelmelisin. Ama sana engel olan olursa biz de savaşırız onlarla». O da (s.a.v.), Allah adına söz veriniz, diye buyurdu..

Sonra Resülullah (s.a.v.) : «Bize, onların izleyecekleri güzergâ­hın dışında bir yoldan rehberlik edecek var mı?» dedi. Beni Eslem'-den bir kişi; «Ben, yâ Resûlâllah», dedi. Ve onları alıp, iki dağ arası, taşlık bir yoldan götürdü. Resülullah ve ashabı da yürüdü. Nihayet Seniyyetü'l-Mirar»'a (Hudyebiye üstüne varan bir dağ yoludur) var­dılar. Devesi orada çöktü, yürümedi. Halk: Yallah, yallah diye deve­yi zorlayıp yürütmek istedilerse de, hayvan kımıldamadı. Bu sefer de, Kasva inad etti dediler. Resûlullah (s.a.v.) ise: Hayır, Kasva'mn böyle bir inadlık huyu yoktur. Ancak vaktiyle fili köstekleyendir onu tutan. Nefsim yed-i kudretinde olana yemin olsun k:: Kureyşli-ler benden ne isterlerse, Allah'ın yasakladığı şeylerden, onların bu isteklerini muhakkak yerine getireceğim[2] buyurdu. Sonra deveyi zorlayınca hayvan sıçrayıp kalktı. Dönerek su gölcüklerinin bu­lunduğu Hudeybiye'nin en sonuna vardı. Oraya varınca da halk çabucak birikmiş suları bit.rdi. Ardından da susuzluktan şikâyet-lenmeye başladılar. Resûîullah (s.a.v.) da torbasından bir ok çıka­rıp su çukuruna saplayıp eşmelerini emretti. Vallahi daha o ok çukura saplanınca su fışkırdı, onlar oradan ayrılıncaya kadar, ka­narak içtiler[3].

Onlar bu haldeyken de, Bedii tbn Varaka el-Huzâi bir grupla geldi. Ben, Kâab bin Lüvey ile Âmir bin Lüvey'den ayrıldığımda, Hu-deybiye kuyusuna iniyorlardı. Yanlarında yavrulu sağmal deve var-di[4]. Onlar seninle savaşarak, Kabe'yi ziyaretine engel olmak niy-yetindeler... Resûlullah ise: Biz kimse ile savaşmak niyyetiyle gel­medik, niyyetimiz umredir. Gerçi Kuryş'i savaş eskitti ve zarara soktu. Ama onlar dilerlerse yeniden mütareke yapıp müddeti uza­tırım. Aramızda emniyet doğar, eğer ben halkı da'vete girişirsem, isterlerse halkın girdiği (dine girerler). Yok, çarpışmak isterlerse zaten toplanmışlardır, gönülleri bilir. Yâni onlar direnirlerse; nefsim yed ı kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki; bu din uğruna başım gövdemden ayrılıncaya kadar savaşacağım onlarla. Allah'ın takdiri böylece gerçekleşecek dedi. Bedii ise; senin söylediklerini aynen on­lara söyleyeceğim dedi ve yollandı. Kureyş'e varınca, Rsûlullah (s.a.v.)'in söylediklerini onlara aynen aktardı. Bunun üzerine Urve bin Mes'ûd ayağa kalkıp; Bedii îbn Varaka'mn anlattıklarını taf­silatıyla konuşmak üzere Resûlullah (s.a.v.)'a gitme teklifinde bu­lundu. Onlar da hadi git bakalım dediler. O da Resûlullah'a gidip konuştu. O da Bedil'e söylediklerini aynen Urve'ye söyledi. Urve ise: Sen kendi kavminin işini bitirmek ister misin? Ve yine senden ön­ce Araplardan bir kimsenin kendi milletinin kökünü kazıdığını gö­rüp işittin mi? Peki durum başka olursa? Vallahi ben (iki ihtimal­den) başka bir yol da görmüyorum. Ancak her an seni bırakıp da­ğılacak, derme çatma bir kalabalık görüyorum. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir söze katıldı ve ona: «Sen Lât putunun bilmem nesini em­meye bak! Biz mi onu bırakıp kaçacağız?» diye çıkıştı.

Urve geriye dönerek: Kim o dedi. Halk da, Ebû Bekir deyince Ur­ve şöyle cevab verdi: Vallahi eğer senin bana geçmişte yaptığın, be­nim de henüz altından çıkamadığım o iyiliğin olmasa sana cevab vermeyi bilirdim[5].

Bundan sonra da Resûlullah (s.a.v.) ile konuşmaya devam etti Konuşurken ikide bir onun sakalını eliyle sıvazlıyordu[6]. Muğîre bin Şu'be ise elinde kılıcı, başında miğferiyle Resûlullah (s.a.v.)'in ba-şucunda nöbet bekliyordu. Urve her elini uzattıkça, Muğire kılınan kı-nıyla onun elini itiyor ve çek elini Resûlullah (s.a.v.)'in sakalından diye ihtar ediyordu. Nihayet Urve başını kaldırıp; bu kim? dedi. Re­sûlullah (s.a.v.), Muğire'dir, diye cevab verince: Vay hain, dedi Ur­ve; daha dün değil miydi pisliğini temizledim![7]

Daha sonra Urve, Resûlullah (s.a.v.)'m ashabını göz ucuyla ta-kib ediyordu: Gördü ki; O'nun ashabı, faraza o aksırsa da ağzından bir damla tükürük birinin eline düşse, hemen onu (teberrüken) yü­züne gözüne sürerdi. O ashabına bir iş teklif etse, hepsi birden ko­şuşur, abdest almaya kalksa, onun suyunu dökmek için birbiriyle savaşırlardı âdeta. O konuşurken, herkes sesini kısar huzurunda. O'na aşırı saygılarından dolayı yüzüne dikkatle bakamıyorlar bile...

Urve dostlarına dönünce: Kabile halkım!.,. Ben nice meliklere elçi gitmişimdir. Ben Kayser'in, Necaşi'nin ve Kisrâ'mn huzurunda bulundum ama yemin olsun; Muhammed (s.a.v.)'e ashabının göster­diği ta'zim ve itaatin hiçb'r melike yapıldığına şahid olmadım. Size iyi bir hâl çaresi teklif ediyor, onu kabul etmelisiniz.

Bunun ardından da; Süheyl bin Amr'ı temsilci olarak gönderip; müslümanlarla anlaşma yapıp yazmakla vazifelendirdiler. O da Resûlullah'ın yanma gelip oturunca; haydi sulh metnini yazalım de­di. Resûlullah da Hz. Ali'yi kâtib olarak çağırdı. (Müslim'in nakline göre) Resûlullah (s.a.v.), Hz. Ali'ye «Bismillâhirrahmânirrahlm yaz» deyince, Süheyl itiraz etti. «Errahmân» ne demek bilmiyorum. Ama «Bismik Allahümme» yazabilirsin. Fakat müslümanlar, «Vallahi - Bis-millâhirrahmânirrahim - den başka birşey yazamayız» diye itiraz et­tiler. Ama Resûlullah (s.a.v.) «Bismik Allahümme» yaz diye emir ver­di. Sonra da; «îşte bu Muhammed Resûlullah tarafından tertib edil­miştir» diye yazılması emrini verince; bu sefer Süheyl itiraz etti: Hayır, eğer biz senin Allah Resulü olduğunu kabul etsek, zaten sana karşı çıkıp savaşmaz, seni Beyt'in ziyaretinden de menetmezdik. Ama «Muhammed îbn Abdullah» yazabilirsiniz!..» dedi.

Yine Resûlullah söz aldı ve: «Vallahi ben, inkâr etseniz de ben Allah'ın Resulüyüm». Bununla beraber (kâtibine diyor) Muhammed bin Abdullah yaz, buyurdu. (Müslim'in bir başka rivayetinde ise; O, Hz. Ali'ye ifadeyi silmesini emretti. Ali ben silenıem dedi. O da: o halde o kelimenin yerini bana göster, buyurdu. O da ibareyi gös­terince, onu kendisi sildi). Resûlullah, tekrar Süheyl'e : Ama ara­mızda şart olarak, bize Beyt'i ziyaret müsaadesi vereceksiniz, de­yince; Süheyl tekrar itiraz etti: Vallahi Araplar bizim bu şartı bas­kı altında kabul ettiğimizin dedikodusunu yaparlar. Ama yeni se­ne için bu olabilir. Ve hem de müslümanların yanında, kınında kı­lıçlarından başka bir şey bulunmamalı... Bu da yazıldı. Sonra Sü-' heyl şunu teklif etti- Bizden size gelecek kişiyi, sizin dininize girse bile bize iade edeceksiniz. Ama sizden bize bir kişi gelir iltica eder­se, biz iade etmeyiz... Müslümanlar bunu da tepkiyle karşıladılar. Allah Allah, nasıl olur da bir müslüman bize gelir de geri çeviririz? Resûlullah'a dönüp sordular: Yâ Resûlâllah (s.a.v.), bunu da mı ya­zacağız? O, «Evet» dedi. «B.zden onlara gidecek kimseyi, Allah biz­den uzak kılsın. Onlardan bize geleceği ise, Allah ergeç bir çıkış yolu gösterecektir[8]» buyurdu.

Bu şartlar üstüne anlaşma müddeti - îbn îshâk, Îbn Sa'd ve Ha-kim'in rivayetlerine göre - on yıldır. Hırsızlık veya hıyanet de olma­mak şartıyla... Ayrıca; çevre kabilelerden, isteyenler Kureyş ile, iste­yenler de müslümanlarla anlaşmaya taraf olarak kalabileceklerdi.

Buna dayanark, Huzâa kabilesi hemen müslümanların tarafın­da; Beni Bekr ise, Kureyş yanlısı olarak anlaşmaya girdiklerini ilân ettiler.

Anlaşma ve metnin yazılışı tamamlanınca, müslüman ve müş­riklerden birer hey'et bu anlaşmaya şahid gösterildi. Sahîhayn'de ise; Ömer Îbni'l-Hattâb'dan şöyle denildiği nakledilmiştir: «Ben Resû-lullh'a geldim o gün ve sordum» :

—  Sen Allah'ın gerçek Nebisi değil misin?

—  Evet, dedi.

—  Sen ve biz Hak üzere, düşmanımız da bâtıl yolda değil mi?

—  Evet, dedi. Ben yine :

—  Bizim şehidlerimiz cennetlik, onların ölüleri cehennemlik de­ğil mi?.

—  Evet, dedi. Şimdi ben sordum:

—  Peki biz dinimizi niçin alçaltıyoruz?

—  Ben Resûlullah'ım, O'na âsi olmam, O da benim yardımcım-dır, diye cevab verdi.

—  Peki; sen değil miydin,  bize  gelip Beyt'i  tavaf edeceğimizi müjdeleyen?

—  Evet tamam, dedi; ama size ben bu yıl tavaf edeceksiniz de­dim mi?

—  Hayır, dedim. O da dedi ki:

—  Eh, sen en yakın zamanda tavaf edeceksin...

Ama Ömer, hâlâ yatışmadı ve sabırsızlıkla Ebû Bekir (r.a.)'e gi­dip, Resûlullah'a sorduklarına benzer şeyleri sordu. Ebû Bekir (r.a.):

—  «Hattâb oğlu... O, Allah'ın Resulüdür, Allah'a asla karşı gel­mez. Allah da onu asla desteksiz bırakmaz...»  dedi. İşte o sırada Fetih sûresi nazil oldu.

Resûlullah Cs.a.v.) onu Hz. Ömer'e gönderip okutturdu. Ömer (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)'a:

—  Bu, o fetih midir yâ Resûlâllah? diye sordu. O da:

—  Evet, diye cevab verince, Ömer (r.a.)'in gönlü yatışabildi ni­hayet[9].

Daha sonra Resûlullah Cs.a.v.), ashabına dönerek:

—  Haydi kalkın! Kurbanlarınızı kesip, traş olun, diye emir ver­di. Ve bunu üç kere tekrarladığı .halde, hepsi susuyor ve hiçbir ferd kalkmıyordu. O bu sefer zevcesi Üramü Seleme'nin yanına gitti. Ona halkın tutumunu anlatınca, o da:

—  Yâ Resûlâllah! Sen bunu ille arzuluyorsan; çık ve hiçbirine birşey söylemeden kurbanını kes, berberini çağırıp traş ol.  O da aynen öyle yaptı. Kurban kesip traş oldu. Halk da onu görünce kalkıp kurban kesti, traş oldular. Ama o derece üzgündüler ki, nerdey-se traş yerine birbirini öldüreceklerdi.

Medine'ye dönünce de, birtakım Muhacir kadınları geldiler. Bun­lar din uğruna göçen kadınlar olup, aralarında «Ümmü Külsüm bin-ti Ukbe» de vardı. Cenâb-ı Hak bunlar hakkında da şu âyeti inzal buyurdu:

«Ey iman edenler! Size mü'min kadınlar Muhacir olarak geldi­ği zaman, onların gerçekten iman ed:p etmediklerini deneyiniz. Al­lah onların imanlarını çok iyi bilir. Fakat, siz onların mü'min kadın­lar olduklarına inandıktan sonra, artık, onlan kâfirlere teslim etme­yiniz. Bunlar, onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar». Bunun için de Resûlullah (s.a.v.) onları bu haliyle kâfirlere iade et­mekten imtina etti[10] [11]

 

Rıdvan Beyatı

 

Daha başta, henüz barış akdi yazılmadan; Hz. Osman (r.a.)'ı görüşlerini almak üzere Kureyş'e göndermişti. Fakat Kureyş Hz. Os­man'ı bir müddet alıkoymuştu. Bu halde iken, Resûlullah'a gelen haberde Hz. Osman'ın öldürüldüğü bildirilmişti. Bunun üzerine Resû­lullah (s.a.v.) :

— Bu kavme lâyık olduğu cezayı vermeden dönmeyeceğiz, de­di. Sonra da halkı bey'ata çağırdı. İşte Rıdvan Bey'atı orada bir ağaç altında yapılmıştı ki, o ağaca Rıdvan ağacı adı verilmişti. Resûlul­lah, sahabenin tek tek elini tutuyor, onlardan savaştan kaçmamak ve ölünceye kadar çarpışmak üzere söz alıyordu. O en son kendi elini de tutarak; «İşte bu da Osman adına bey'attır» dedi. (Osman o an Mekke'lilerin göz hapsindeydi)

Bey'at tamam olunca, Resûlullah (s.a.v.) öğrendi ki, Osman'ın öldürülme haberi asılsızmış. [12]

 

Dersler Ve İbretler

 

Bu Barışın Hikmetine Dair Bir Özet:

 

Biz «Hudeybİye Barışanın hikmet ve hükümleri üzerine yapa­cağımız araştırmaya ve işin tafsilâtına dalmadan çok kısa bir tesbitte bulunmak isteriz. O da, bu anlaşma olayının, herşeyden önce, başkaca bir tedbirde de görülemeyecek şekilde; uygulamasında ve eserinde tecelli eden ilâhi tedbirin sergilenmesi olduğu gerçeğidir. Onun başarısı ise: Sadece Allah'ın ezeli ilminde durulup saklanmış muazzam bir sırdı. İşte bu yüzden de yukarıdan beri takib ettiği­miz gibi herhangi bir tedbir veya fikir yerine, bu sefer müslümanlar aşırı bir tepki gösterdiler. Şimdi biz buradan hareketle bu anlaşma olayını, sebeb, mahiyet ve sonucuyla îslâm akidesinin takviye ve tes-bitinde en önemli kural diye kabul ederiz.

Öyleyse, ilkin bu barışın ihtiva ettiği büyük İlâhi Hikmet yönün­den söz edelim. Daha sonrakiler onunla belirginleşir çünkü. Böylece, Allah'ın âyetlerinden biri (bir kere daha) parıldasın. Ondan sonra bu bansın ihtiva ettiği ve tablolaştırdığı şer'i hükümlerden söz ede­biliriz.

Bu hârika hikmetlerden biri, Hudeybiye'nin, Mekke fethinin ha­zırlayıcı sebeblerinden birini teşkil etmesidir. îbn Kayyım'ın dediği gibi; bu anlaşma fetih için kapı ve anahtar mahiyetindeydi. Bu ise âdetullahdandır: Bazı büyük olaylara, mukaddime ve önayak ola­rak, aynı zamanda yüce Rabbin iradesinin tecellisi açısından ona yol veren, hedef gösteren birtakım olaylar bulunur.

İşte bu yüzden de müslümanlar o an için mes'eleye nüfuz ede­memişti. Tabiî istikbâl gaibdir. Artık onlar gözleriyle gördükleri va­kıa ile, müstakbel gaybın bağlantısını nasıl bileceklerdi?

Aradan biraz zaman geçince müslümanlar, bu barışın önemi­ni ve içinde gizlediği muazzam hayır ve faydayı anlayacaklardı. Çün­kü bu sulh esnasında insanlar birbirinden emin olunca; müslüman­lar küffâr ile münasebet kurma imkânı ve onları dine da'vet fırsatı buldular. Yani küffâra Kur'an'ı dinlettiler. Serbestçe İslâm'ı bütün açıklığıyla onlara gösterebildiler. Müslümanlığını gizleyen birtakım insanlar da açığa çıkma imkânı buldu...

Îbn Hişâm Îbn tshâk'tan, o da Zühri'den şunu naklediyor: is­lâm döneminde, Hudeybiye'den daha büyük bir fetih yoktur. Zira, savaş insanları karşılıklı çarpıştırıyor. Mütareke olup, harb kalkın­ca, inasanlar birbirinden emin oldu. Bu seferki karşılaşmalarında aralarında konuşma ve tartışmalar başladı. Hangi şahıs tslâm üze­rinde tartışsa blrşeyler düşünmek ve anlamak imkânı buluyor, ar­dından da islâm'a giriyordu. Öyle ki; işte o iki senelik zamanda is­lâm'a girenlerin sayısı, o güne kadarkilere eşit, belki de daha fazla

idi...

Bu yüzdendir ki, Kur'an-ı Kerim bu barışı «Fetih» diye adlandır­mıştır, tşte âyet-i kerîme : «...Allah, Resulüne rü'yasım doğru çıkar­dı, înşâallah, Mescld-i Haram'a emniyet içinde başınız kazınmış veya saçınız kısaltılmış olarak korkusuzca gireceksiniz. O sizin bilme­diklerinizi bilir. Bunun ötesinde de yakın bir fetih tahakkuk etti­recek[13]».

 

Diğer Bazı Büyük Hikmetler

 

Cenâb-ı Hak bununla, Peygamber vahyi ile beşerin aklî tedbiri arasındaki farkı tam ortaya çıkarmak diliyor. Peygambere gelen ilâhi yardım ve tevfik ile dehâ dediğimiz üstün aklın farkını, yâni sebebler âleminin Ötesinden, zahiri etkenler üstüne inen ilâhî il­ham Ue; bunun berisindeki bu sebebler ve hikmetlerin sürükleyici et­kenleri arasındaki farkı... Ve Allah, her akıl ve görüşe karşı, pey­gamberinin risâletini galib getirmek diledi. Bunları, yüce Rabbin şu kavlinin tefsirinden anlamak mümkün : «Allah sana en şerefli bir zafer iç^n yardım etti.» Yâni, bu konuda eşi görülmemiş bir zaferle, doğan fikirleri de, gafil akılları da doğruya yöneltmek için.

işte bundan dolayı, müşriklerin her istediği şartı onlara verdi. Ve hiçbir sahabenin hazmedemediği birçok mes'elede kolaylık gös­terdi onlara. Nitekim Hz. Ömer (r.a.)'in nasıl bunalıp isyan edecek hale geldiğini de yukarıda gördünüz. O derece ki, (Ahmed bin Han-bel ve ötekilerin nakline göre) kendisinden bahisle şöyle söyleni­yordu : «O gün sarf ettiğim söz (itirazlar) dan ötürü endişelendiğim­den; hep oruç tutuyor, namaz kılıyor, tasadduk ed'p köle âzâd edi­yordum.»

Yine müslüman cemaatın bir küskünlük içinde, ResûluUah'ın Medine'ye dönmek üzere kalkıp traş olarak kurban kesmelerini emret­mesine ve birkaç kere tekrar etmesine rağmen aldırmayışlarını da gördünüz.

Burada muhakkak olan, sahabe o esnada Resûlullah (s.a.v.)'ın tasarrufunu düşünüp kavramaya çalışıyorlardı. Çünkü onlar beşe­ri arz üstünde bulunuyor. Onun bile ancak bir kısmını görebiliyor; ondan da sadece haber ve duyumlara dayanan beşeri akıllarının çö­züp anlayabildiğini anlayabilirlerdi. Onların yanında ise Resûlullah (s.a.v.î tasarrufatını, beşeri imkân ve sebeblerin üstünde bir düzey­den yürütüyordu.

Çünkü mutlak Nübüvvet, ona teveccüh ediyor, ilhanı ve vahye-diyordu. Cenâb-ı Hakk'ın emrini icra edişi onun gözleri önünde te-messül ediyordu.

Nitekim, Hz. Ömer (r.a.) ona hayret ve itiraz halinde, gelip so­rular tevcih ettiği anda, O'nun (s.a.v.) cevabında besbellidir. Hani-ya; «Ben Allah'ın Resulüyüm, O'na âsi olmam, O ise bana yardım eder...» buyurdu.

Yine, Resûlullah (s.a.v.)'in, gelen haberler üzerine Kureyş ile konuşsun diye Hz. Osman'ı gönderirken yaptığı tavsiyede de bunu açıkça görebilirsiniz. Hani ona; Mekke'de kadın - erkek her müslü-manın yanma uğramasını emretmiş, o da, onların yanına gidip fe­tih müjdesi vermiş; Allah'ın dinini Mekke'ye hâkim kılacağını, ar­tık orada kimsenin dinini, imanını gizlemesine mahal kalmayacağını haber vermişti.

O demlerde Resûlullah (s.a.v.)'m beşer idrâkini ve kıyas gü­cünü aşan tutum ve mevkii karşısında, müslumanlarm şaşkınlığını, zihinlerinin kamaşmasırîı da çok görmemeli. Çünkü bu hâl çabucak geçmiş: Resûlullah onlara, hemen sulh işlemi biter bitmez nazil olan Fetih süresini okuyuvennce; sıkıntıları kaybolup, müphem durum açıklık kazanmıştı. Ve sahâbe-i kiram (r.a.) bunca ağır şartlan yüklenişlerinin aynen zafer olduğunu açıkça görmüştü. Müşrikler ise, izzetlerini koruduklarını sanadursun, aklanmışlardı... Kudret ve galibiyet gibi gözüken hâl aslında onların kahrı demekti. Ve bunun ardından da Resûlullah ve mü'minlere, artık hiçbir aklın ve idrâkin görmezlikten gelemiyeceği büyük zafer ortaya çıkmıştı.

Şimdi, Muhammed (s.a.v.)'in, nübüvvetine bundan mükemmel ve açık bir delil ve isbat var mıdır, istidlal ve isbatlar içinde?

îşin başında, Süheyl bin Amr'ın Resülulîah'a kabul ettirdiğini sandıkları bazı şartlardan ötürü onun tutumu mü'minleri bunalt­mıştı âdeta. Meselâ: «Kureyş'ten bir kişi velisinin izni olmadan Mu-hammed'e gelirse onu iade edecek» maddesi böyle. Ve hele, Süheyl bin Amr'ın oğlu Ebü Cendel, Kureyş'ten kaçıp zincirlerini sürükle­yerek o anda çıkıp gelmesi onları âdeta çatlayacak hale sokmuştu. Çünkü, onun babası o esnada eteklerini toplayarak kalktı, ona doğ­ru yürüdü ve: «Yâ Muhammed, bu sana gelmeden aramızdaki an­laşma kesinleşmiş oldu değil mı?» dedi. Resûlullah ise: «Doğrudur» buyurdu. Adam bunun üzerine oğlunu tutup çekelemeye ve Kureyş'e

teslim etmeye teşebbüs etti. Ebû Cendel ise: «Müslüman cemaat, beni müşriklere, dinimden çevirmeleri için mi teslim ediyorsunuz?» diye feryad ediyordu. Resûlullah (s.av.) ise; «Ebû Cendel! Sabret ve inan ki; Allah, sen ve senin gibi ezilmişlere en yakın zamanda bir fırsat ve çıkış verecektir. Biz şu an hasımlarımıza ahid verdik, hıyanet edemeyiz» buyurdu.

İşte bu manzarayı tüm" sahabe seyrediyordu. Bu yüzden çok ağır bir izzet-i nefs çilesine batmışlardı... Fakat, bunu hangi durumlar izledi? Evet, Medine'ye dönünce, Resûlullah (s.a.v.)'a başka biri gel­di. İsmi Ebû Basir. Kureyş'tendi, müslüman olmuştu. Kureyşliler, onu teslim almak için iki adam gönderdiler. Resûlullah onu adamlara tes­lim etti. Adamlar onu Zülhuleyfe'ye kadar götürdüler. Fakat Ebû Basîr onları gafil avlayıp muhafızlardan birinin kılıcını alıp onu öldürdü, öbürü de kaçtı. Ve Ebû Basîr tekrar Resûlullah'a gelip: Ey Allah'ın Nebisi, vallahi Cenâb-ı Hak senin sorumluluğunu kaldırdı. Çünkü sen beni onlara teslim etmiştin, fakat Allah beni kurtardı. Sonra ayrılıp sahil yolunda Ebû Cendel ile karşılaştı, ikisi anlaşıp oraya bir karargâh kurdular. Böylece orası Mekke'den kaçan müslü-manlar için üs haline geldi. Artık Mekke'den kim müslüman olursa gelip, Ebû Basir ve arkadaşlarına iltihak ediyor ve Kureyş'in Şam'a, gidecek bütün kervanlarının önünü kesiyor, yağma ediyorlardı. Ni­hayet Kureyş çıkış yolu bulamadı-, Resûlullah'a elçi göndererek, bu tâifen'n ordan alınmasını isteyip kendilerine katılmasına razı ol­duklarını bildirdiler. Onlar da topyekûn Medine'ye döndüler.[14]

Mekke fethedildiğinde de babasına şefaati olan işte bu Ebû Cen­del idi. Allah ondan razı olsun. Yemâme harbinde şehâdetine kadar yaşadı[15].

Resûlullah (s.a.v.)'ın ümmeti de işte böylece o bunalımdan kur­tuldu, îlâhi hikmet ve nübüvvet-i Muhammediye'ye olan imanları da bir kat daha güçlendi. Sahîh-i Buhârî'de rivayet edildiğine göre; Sehl bin Said (r.a.)'in Sıffîn günü söyledikleri şuydu: «İnsanlar, nef­sinize hâkim olun. Ben, Ebû Cendel'in iade edildiği gün, kudretim ol­sa, Resûlullah'ın verdiği hükmü muhakkak reddederdim. Halbuki haklı olan O (s.a.v.î idi...»

Biz şimdi bir kere daha tekrar eder ve deriz ki: Muhammed (s. a.v.) rin peygamberliğini, bundan daha açık ve mükemmel isbat ede­cek bir delil var mı? [16]

 

Yine O Müthiş Hikmetlerden Biri:

 

Cenâb-ı Hak bu tecelli ile, Nebisine Mekke fethini rahmet ve barış fethi olarak nasib etmek dileğini gösterdi. Savaş ve kahra­manlık yerine, halkın kitleler halinde, Allah'ın nizamına koşmasını sağlayan biçimde fetih. Ona vaktiyle işkence edip, yurdundan süren­lerin bile kabul ve teslimi şeref bildiği biçimde... Onlar banş için ona gelip boyun eğiyor, mü'minler ve muvahhid olarak teslim olu­yorlar. Bu başlangıcın dışındaki Kureyş de onu bütün safiyetiyle ta­nıma imkânı ve nefs muhasebesi, iç dünyasını tahlile yol buluyor. Bunun yanında da, Resûlullah (s.a.v.)'m arkadaşlarıyla birlikte bu sulhun başı ve sonuçlarından ibret alıyor; böylece de, artık bundan daha hak din ve uygulamanın olmadığında fikirleri karar kılıyor.

Yeri gelince tafsilâtını göreceğiniz gibi, durum budur. [17]

 

Buradan Çıkarılacak Hükümler

 

Hudeybiye barışına ilişkin, ilâhi ahkâmı kasdediyoruz. G«rçi bu hususta çok işaret ve delâlet var ve çok sayıda hüküm bununla ilgili­dir. Ama biz şurada bir hulâsa verelim:

1- Savaş dışında, gayri mü si imlerden yardım te'mini:

Diyebiliriz ki; müşrik olduğu halde, Bişr bin Süfyân'ı, Kureyş'-ten haber getirmek üzere Resûlullah'ın göndermiş olması bu tür bir şeydir. Yukarıda z'krettiğimiz gibi, burada, gayr-i müslim ile yar­dımlaşma; yardım alan şahsın durumu, hâl ve şartlarla bağlıdır. (Bu görüşümüzü te'yid eder bu olay). Yâni, emin olunursa, bir haksız­lığa ve oyuna mâruz kalma tehlikesi yoksa bu tür yardımlaşma ca­iz, aksi halde değildir.

Nitekim her durumuyla tesbit edilen; Resûlullah'ın hangi hâl ve şartta olursa olsun, savaş dışında gayr-i müslimlerden yardım ka­bul etmiş olduğudur. Düşmanın durumunu öğrenmek için gözcü ve haberci tutmak, silâh almak gibi.

Bu durumda, öyle görülüyor ki; sulh halinde gayr-i müslimlerle yardımlaşma ile savaş halindeki yardım alma benzerlik arzeder, ca­iz olur.

2- İslâmî şûranın mahiyeti:

Resûlullah (s.a.v.)'ın genel mânâdaki uygulamalarından, şûra­nın meşru olduğu ve başkasının da bu usulü uygulamasının zarurî olduğu anlaşılmaktadır.   Resûlullah'ın   buradaki   uygulamasına gelinçe; şûranın mahiyet ve tabiatına, meşru kılınışının hikmetine ışık tutmakta. Yâni, İslâm şeriatında şûra meşrudur, ama bağlayıcı de­ğildir. Hikmeti ise, müslümanlarm kabulleneceği (geçerli bir) hük­mü elde etmektir. Ve yine bir kısmının gördüğü, bir kısmının gö­remediği maslahatı da araştırıp, göstererek gönüllerini tatmin et­mektedir. Başkana gelince; kendisini tatmin edici bir fikri görürse ve aynı zamanda bu görüş, îslâm şeriat ve ahkâmına uygun düşü­yorsa alır. Aksi halde ise, Kitab'ın, Sünnet'in ve ümmetin icmâına ters düşmeyecek bir görüşü almakta serbest kalır.

Hudeybiye'de de Resûullah (s.a.v.)'ın ashâbıyla istişarede bulun­duğunu gördük. Nitekim Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in işaretinden de bu­nu anlarız. Diyor ki; «Sen Allah'ın Resûlü'sün. Beyt'i ziyaret niyye-tiyle çıktın. O halde yürü, karşımıza çıkıp engel olan olursa biz de savaşırız...»

Ve Resûlullah (s.a.v.) baştan buna muvafakat ediyor ve deve­sinin direnmesine kadar da, Mekke'ye doğru ilerliyorlar. O anda ise, hayvanın menedildiğine kanaat etti ve kendisine daha önce tek­lif edilen görüşü bırakıp şunu ilân etti: «Nefsim elinde olan Allah'a yemin olsun; Kureyş benden, Allah'ın hareminde işlenmesini yasak­ladığı hariç hangi şeyi taleb ederlerse onu yerine getireceğim. Ve o anda Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in görüşüyle başlatılan hareket barış an­laşmasına dönüşmüş oldu. Hiçbir fertle de istişare edilmeksizin, müş­riklerin tekliflerine uygun barış yapıldı. Hattâ buna razı olmayan, mes'eleyi çok ağır (ve onur kırıcı olarak) niteleyenlere aldırış bile edilmediğini yukarıda gördünüz.

Yine Şûra mes'eîesi; bugün Kitab, Sünnet ve icmâ-i Ümmet diye bildiğimiz, «Vahy»'in dışındadır veya öncedir. Nitekim Şûra görüş bildirme ve görüş almayı ifade eder. İlzam ve mecburî tasdik sözko-nusu değildir!

3- Resûlullah'ın eserinden bereket ve hayır umma:

Hatırlatalım, Urve bin Mes'ûd, Resûlullah'ın ashabını (Hudey-biye mevkiinde) gözleriyle takib ediyor ve sonunda şunu ifade edi­yordu: «Vallahi o gün Resûlullahın ağzından çıkan bir tükrük zer­resi ashâbdan birinin eline isabet etti de, adam onu yüzüne gözüne sürüp bereketini umuyordu. O ne emretse herkes yarışırcasına o işe koşuyordu. Abdest alacak olunca da yine bütün sahabe ona abdestte yardım için âdeta birbiriyle harbediyordu... O'nunla konuşur­ken alçak sesle konuşuyorlar, aşırı saygılarından ötürü onun yüzü­ne dikkatle bakamıyorîardı...»

İşte burada, çok açık ve kesin bir ifade var: Urve bin Mes'ûd, Sahâbe-i Kiram (r.a)'m Resûlullah (s.a.v.)'a ne büyüfec sevgi ve say­gı gösterdiğini anlatırken; her müslümanın da aynı saygı ve mu­habbet üzere olması gerektiğine kesin delil ortaya koymuş olu­yor.

Bu ilk olarak Resûlullah'a sevgisi olmayanın imanının da sa­hih olmıyacağına dair açık delildir. Ve bu sevginin de sadece (aklî izah) akılcı bir tutumla olamıyacağı besbellidir. Ona sevgi, ancak Urve bin Mes'ûd'un sahabeyi tasvir ettiği (sahabede gördüğü) gibi kalbe sirayet eden ve sahibini ona rapteden bir kalbi (ve hissi) sev­gi halini almasıyla gerçekçi olur. ikinci olarak da: Resûlullah'm bir eseriyle teberrükün meşru ve mendûb olduğuna delâlet vardır. Ni­tekim, sahâbe-i kiram (r.a.)'m, Resûlullah'm saçlarını teberrüken aldıklarına dair sahih ve sabit hadisler geçmiştir. Saçla birlikte te­ri, abdest suyu, tükürüğü ve su içtiği bardağı da zikredilir. Bu cins­ten hadisleri yukarıda zikretmiştik[18].

Birşeyi teberrük, onun vasıtasıyla ve o vesileyle bir hayra ulaş­manın beklendiği bilindiğine göre; Resûlullah (s.a.y.)'ın eseriyle te­vessül de, ona yaklaşma (ondan hayır istemeîdir ve meşru bir iştir... Belki kendi zatıyla tevessül daha fazla birşeydir. Yine bunun haya­tında olmasıyla, vefatından sonrası arasında da hiçbir fark yok­tur. Yâni O'nun (s.a.v) eseri ve emanetleri, hayatına münhasır de­ğildir. Hayatında ve mematında onlarla, tevessül ve teberrük aynı şeydiç. Nitekim sahabe onun saçlarını saklamış, ölümünden sonra da tevessülde bulunmuşlardır. Bu husus, -Sahih-i Buhâri'nin Bâb-ı Şeyb-i Resûlullah» bahsinde vardır.

Bununla beraber Resûlullah (s.a v.)'a sevginin ne olduğunu akıl­lan kavramayan bazı zümreler, o öldükten sonra artık ona tevessülü uygun görmemek tel er.

Böylece de sapıtmışlar. Delil olarak da Nebi (s.a.v.)'nin vefatı ile beraber te'sirinin kesildiğine, binâenaleyh ona tevessülün boş ve fay­dasız birşeye tevessül olacağı kanaatına varmışlardır.

Halbuki yukarıda görüldüğü gibi durum, onların garib bir ce­halet içinde olduklarını isbat eder. Meselâ soralım, Resûlullah'm sağ iken herhangi birşeye zâtı ile te'siri var mıydı? Eğer var idiyse, o zaman vefatından sonra da etkisinin olup olmadığından bahsede­biliriz. Aziz ve Celîl olan Allah'tan başkasına herhangi bir müslü­manın'eşyada zâti bir te'siri olduğunu iddia etmesi mümkün değildir. Ve bunun hilâfına itikad ise icmâ-ı ümmeti toptan reddetmek­tir.

O halde Resûlullah'ın kendisiyle veya eserine tevessül ve teber-rükün dayanağına gelince; O'na hiçbir zaman te'sir isnat etmez, ne-ûzübillâh ancak dayanağımız Resûlullah'ın Allah indinde ve mut­lak mânâda mahlûkatın en efdali olmasıdır. Aynı zamanda kullar için rahmet olarak gönderilmiş olması onun Allah'a yakınlığı, Al­lah'ın en büyük rahmetine müstehak olması dolayısıyla ona teves­sül edilir. îşte bundan dolayıdır âmânın ona tevessül etmesiyle Ce-nâb-ı Hakk'ın âmâya görme kudretini iade etmesi...[19] işte bu mânâ­da sahabe onun eser ve artıklarına tevessül ediyor ve o da bu­nu men etmiyordu. Nitekim bu kitapta salâh ve takva ehlinden ve ehl-i beytten yağmur duası ve benzeri hususlarda şefaat bekle­me hususu açıklanmıştı Ve bunlar imamların ve fakihlerin cum­hurunun görüşüdür. Meselâ; Şevkâni, îbn Kudâme, San'ani bunlar arasındadır.[20]

Hayatı ile öldükten sonraki durumun farkına gelince: Bu çok karışık ve kasten karıştırılmış bir durum. Buna ve böyle bir bahse hiç de sebeb yok...

4- Oturan adamın yanında ayakta dikilmenin hükmü

Geçen bahislerde görüldü ki; Muğîre b. Şu'be (r.a.), Resûlullah'­ın başucunda silâhlı olarak ayakta duruyordu. Ve her seferinde; Urve bin Mes'ûd elini Resûlullah'm sakalına uzattıkça, kılıcın kınıy-la adamın eline vuruyor ve, «Çek elini Resûlullah'm yüzünden» di­yordu. Halbuki, Beni Kurayza gazvesinden behseden hadisi açıklar­ken, oturan bir kimsenin başucunda dikilmenin meşru olmadığım görmüştük. Çünkü bu iş yabancıların (gayr-i müslim) âdeti olup birbirlerine ta'zim gösterisinden ibaretti. Ve îslâm yasaklamıştı. Nite­kim bunu Resûlullah «temessül» adı altında yasaklıyordu: (Kim hal­kın kendisini putlaştırırcasına ayakta durmasını isterse cehennem­deki yerine hazırlansın). Peki bu iki mes'ele arasındaki çelişki nası! halledilecektir?

El-Cevab: Bu, umumî yasakdan müstesnadır. Ve bu özel bir durumdur. Yâni düşmandan elçiler gelirken îmam veya Halife'nin huzurunda bekçi veya askerlerin nöbet tutmasında beis yoktur. Bu İslâm'ın izzeti ve imamın büyüklüğünü gösterdiği gibi; herhangi bir suikast tehlikesine karşı da tedbirdir[21]. Fakat umumî ahvalde ise bu tevhid akidesine İslâm'ın gereğine muhalifdir. Zaruret olmadıkça yapılmamalıdır.

Bu mes'ele, Uhud gazvesinde Ebû Dücâne'den bahseden hadi­sin durumuna benziyor: Biz orada demiştik ki; yürürken her türlü tekebbür ve tecebbür şer'an yasaktır. Fakat savaş halinde caizdir. Çünkü Resûlullah, Ebû Dücâne'nin yürüyüşünden bahsederken; «Al­lah bu türlü yürüyüşten hoşlanmaz, fakat şu şartlarda ve şuradaki müstesna» diyor.

5 - Müslümanlar ile düşmanlar arasında bansın caiz olduğu:

Ulema ve müctehidler Hudeybiye barışından müslüman ile Ehl-i harb düşmanı arasında belli müddet ile barış imzalamanın caiz ol­duğunu çıkarmışlardır. Bu da tazminat alarak veya tazminatsız ol­muş hepsi eşittir. Tazminatsızına gelince, bu birincisine kıyasla olur denmiştir. Çünkü, tazminatsız mütareke caiz olunca, tazminathsı çok daha mâkul olarak caiz olur...

Ama barış, müslümanların maddi tazminat vermesi ile olacak­sa, bu caiz değildir. Cumhur bu görüştedir Çünkü bunda küçük düş­me vardır. Üstelik kıtab ve sünnette bunun caiz olacağına dair bir delil yoktur. Ancak, zaruretler gerekli kılarsa caiz demişler ki; bu da ancak, müslümanların topyekûıı helak olması veya esir düşmesi endişesi varsa caiz olabilir. Tıpkı esirin mal ile nefsini kurtarması gibi...

6- Şafiî, Ahmed (r.a.) gibi birçck imam, bu tür barışın ancak muvakkat bir zaman için olabileceği kanaaUna varmıjlardır. Ve bu da en uzun sure olarak, on yılı aşamaz. Çunku  Resûlullah   (s.a.v.) Hudeybiye'de Kureyş ile ancak bu kadar sene için anlaşmıştı.

7- Mütareke imzalamanın şartlan da bâtıl ve sahih olarak iki kısım oluyor:

Sahih şart, Kitabullah ve sünnet-i Resûl'deki nasslara ters düş­meyen şartlardır. Bu, ya müslümanlara ödenecek bir malın şart ko­şulması veya ihtiyaç anında onlara yardımda bulunulması şeklin­de onların aleyhine olur. Ya da onlara, gelip müslüman olduğunu bildiren veya emân dileyen kişinin geri çevrilmesi şeklinde ve gayr-i müslimin lehine olmuş olur.

Bu son şart şeklini imamlar mutlak olarak sahih görürken, Şâfü (r.a.) buna muhalefet eder ve bunun için de (geri çevrilecek kişi­nin) küffâr içinde koruyucu yakınları bulunmasını şart olarak gö­rür. Bunu da Resûlullah (s.a.v.)'ın, Hudeybiye'de Kureyş'e muvafa­kat verişindeki. duruma bağlar[22].

Bâtıl şartlara gelince bu, şeriatın sabit olan ahkâmına muânz olan herşeydir. tşte, kadın müslümanı onlara iade veya mehirlerini iade böyle olduğu gibi; müslümanın silâhını veya mallarını müşrik­lere teslim etmesi de böyledir. Buna dayanak ve delil ise; Resûlullah (s.a.v.)'ın müslüman olup da Medine'ye kaçıp gelen kadınları iade etmemesi, Ku'an'ın bunu sarih olarak yasmam asıdır ki; bahsin başında geçti.

Ama diyebilirsiniz ki; peki Resûlullah (s.a.v.) verdiği kesin sö­ze ters davranmış olmadı mı böylece? Hani o ahid, Mekke'den gele­cek her müslümanın çevrilmesi demekti!.. Cevabımız şudur: Bu kadınlar için bir nass teşkil etmezdi. Hattâ sadece erkekleri içine aldığı da büyük ihtimaldi. Hepsi bir yana, yukarıdan beri gördünüz ki; Resûlullah (s.a.v.)'in tasarrufları, hükmî, şer'î kuvvetini ancak Kitab sükût geçince veya onu te'kid edince kazanırdı. Burada ise barışın hemen çoğunu ikrar ve tasvib ettiği halde, kadınların küf-fâra teslimini reddetmiştir. Bu ise artık; anlaşmanın şartlan ara­na bunun (vahye uygun) şekilde girmesinin zaruri olduğunu gös­terir.

8- Hac veya Umrede engellemenin hükmü:

Resûlullah (s.a.v.)'m, anlaşmanın imzalanmasını müteâkib kur­banı kesip, traş olarak ihramdan çıkışı, (hac veya umresi) jngel-lenenin ihramdan çıkmasının caiz olduğuna delâlet eder. Yine bu da engelleme yerinde bir koyun veya ona göre bir kurban kesmesi, son­ra traş olarak ihramdan çıkmaya niyyet etmesiyle gerçekleşir. Yâni niyyet ettiği şey ister hac, ister umre olsun böyledir...

Yine bu işlem, ihramdan çıkanın, o hac veya umreyi kaza et­mesine de delâlet etmez. Tabiî nafileyi niyyet etmişti ise. Çünkü Resûlullah'ın bu umreyi herhangi bir sahabesine kaza etmesini em­rettiği rivayet olunmamıştır. Nitekim aşağıda izahı geleceği gibi (in-şâallah) ikinci yıl gelince de, o yıl çıkanların tamamı umre yapma­mıştır. [23]



1399 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın